18.3.14

Gaza geldik!

GAZA  GELDİK…..

         17 Aralık’tan bu yana ülkemizde önemli çalkantılar yaşanmakta. Hükümet yetkilileri ve aile bireyleriyle bazı işadamlarının dahil oldukları yolsuzluk ve rüşvet iddialarını tüm halkımızla birlikte izlemekteyiz. Gün geçmiyor ki ortaya birtakım tapeler, ses ve görüntü kayıtları çıkmasın. Seçimlere kısa bir süre kala bu iddialar yazılı ve görsel medyada , seçim meydanlarında geniş halk kitlelerine aktarılmakta.  Bu söylemlerden etkilenen toplum bireyleri de  ülkemizin birçok bölgesinde protesto gösterileri yaparak gerçeklerin bir an önce ortaya çıkarılmasını ve sorumluların cezalandırılmasını istemekte.


        Bundan birkaç gün önce evde eşimle akşam yemeğimizi yediğimiz sırada telefonumuz çaldı. Oğlumuz Burak Kadıköy’den arıyordu. Akşam işten dönüşünde eve girip dairenin kapısına geldiğinde demir kapının ve iç kapının kilitlerinin kırılıp içeriye girildiğini fark etmiş. İçeride odalardaki eşyalar hallaç pamuğu gibi ortalığa saçılmış. Oğlumun sesinde çok endişeli bir ton vardı. Kendisine, hemen yanına gideceğimizi söyledik ama Burak buna şiddetle karşı çıktı.” Kadıköy’de olaylar var. Polisle göstericiler çatışıyor. Burası çok karışık ve tehlikeli, sakın gelmeyin!” dedi. Ancak, baba yüreği, oğlumun durumunu görmek ve ona yardım  etmek için  Hatice’nin de karşı çıkmasına rağmen evden çıkıp dolmuşla Kadıköy’e gittim. Zaten araçların Söğütlüçeşme’den ileri gitmesine polis izin vermiyordu. Dolmuştan inip Altıyol’a doğru yürüdüm. Boğa heykelinin olduğu bölgede pek çok polis vardı. Buradaki göstericileri az önce biber gazı ve tazyikli su ile ara sokaklara doğru püskürtmüşler. Ortalık çok yoğun bir biber gazı kokusuyla kaplıydı. Bahariye tarafına yöneldim, fakat orada devrilen ve yakılan çöp arabaları nedeniyle ortalık yangın yerine dönmüştü. Oradan oğlumun yanına ulaşamayacağımı anlayıp geri döndüm. Altıyoldaki tüm polisler gaz maskesi takmışlardı. Aralarındaki sivil giyimli bir kişinin amirleri olduğunu tahmin edip yanına yaklaştım. Kendisine, oğlumun Caferağa spor salonunun karşısındaki evine hırsız girdiğini, bu nedenle onun yanına gitmek istediğimi söyledim. Bu isteğimi anlayışla karşıladı ve bana biraz riskli olmakla beraber gideceğim yolu tarif etti. Ben o yöne doğru giderken sokağın berisinde bir polis grubunun önünden geçip ara bir sokağa daldım. Fakat o anda arkamdaki polisler birden biber gazlarıyla hücuma geçtiler. Meğerse gittiğim yönde kalabalık bir protestocu grup varmış. Onların üzerine saldırdılar. Tabii ben arada kalıp ne yapacağımı, nereye kaçacağımı şaşırmıştım. Dumandan göz gözü görmüyordu. Nefesim daralmış, gözlerim kan çanağına dönmüştü. Neyseki polisler o grubu geriye püskürtüp tekrar eski yerlerine döndüler. Ben de dizlerimin üzerine çökmüş bekliyordum. Gruptaki bazı gençler yanıma gelip halimi sordular. Biri elindeki Talcit antiasit sıvısını rahatlatmak amacıyla gözlerime sıktı. Koluma girip beni biraz ileriye götürdüler. Gözlerim biraz rahatlayınca hemen Şifa hastanesinin önünden Burak’ın evine yürüdüm. Yukarı çıkıp kapıyı çaldım. Burak beni görünce çok kötü oldu.”Baba bu kargaşada niçin geldin? diye      sitem etti. Bir limonu kesip gözlerime sıktı. Bir süre sonra gözlerimin yanması biraz hafifledi. Dışarıda çatışmalar yer yer devam ediyordu. Bir ara polisten kaçanlar bizim apartmana dalıp kapıları çalarak sığınmak istediler fakat hiç kimse onlara kapı açmadı. Herkeste korku ve panik vardı.  Birkaç saat sonra ortalık yatışınca ben çevreyi gözleyerek evden çıktım ve eve döndüm. Hatice  de beni çok merak etmişti.


Bu olayları tetikleyen, Berkin Elvan adlı 15 yaşındaki bir çocuğun ölümüydü.  Gezi Parkı eylemlerinde polisin attığı gaz fişeği başına isabet eden Berkin, 269 gün komada kaldıktan sonra hastanede yaşamını yitirmişti. Berkin’in ölümü tüm Türkiye’de ve dünyanın çeşitli ülkelerinde büyük yankı uyandırmış, geniş çaplı protesto gösterileri düzenlenmişti. Bu acı olayın ardından yine İstanbul’da bir protesto eylemi sırasında, askerden yeni dönen Burak Can Karamanoğlu adındaki 22 yaşındaki genç de kim tarafından ateşlendiği belirlenemeyen bir silahla vurularak öldürüldü. Her iki aile de çok büyük acılar yaşadı. Hepimizin içi yandı. Allah hiç kimseye evlat acısı göstermesin.


      Ülkemde bu olaylar yaşanırken, insanlar sokaklarda demokratik protesto haklarını kullanırken bazı siyasetçilerin, bu olaylardan kendilerine oy devşirme, çıkar sağlama çabaları da ülkesini seven ve onun geleceğiyle ilgili endişeler yaşayan birçok vatandaşımız gibi beni de çok üzmekte. 15 yaşında, hayatının baharında yaşamını yitirip ailesini tarifsiz acılar içinde bırakan Berkin’in, evden ekmek almak üzere çıkmadığı, başında poşu ile protesto eylemlerine katıldığı için öldürüldüğünü  söyleyerek eylemcilere polisin uyguladığı aşırı şiddeti haklı göstermeye çalışan bir mantığı aklım almıyor. Varsayalım ki o çocuk evden ekmek almak için değil, eylem yapmak için göstericilerin arasına katılmış olsun. Ben, bu çocuğu terörist olarak nitelendirip kınamak ve cezalandırmak yerine, bu kadar küçük yaşlarda ülke sorunlarına ve haksızlıklara karşı bilinçli ve duyarlı olduğundan dolayı kutlamak gerektiğini düşünüyorum. Özellikle ilk gençlik çağı çocukların, duygularını kontrol etmekte zorlandıkları, çevresindekilerin de etkisiyle kendilerinden beklenmeyecek aşırı fevri davranışlara yönelebilecekleri bir dönemdir. Belki bu yüzden bu dönem “Delikanlılık dönemi” olarak da adlandırılır. Aklıma üniversitede öğrenciyken yaşadığım bir olay geldi. 1970’li yıllardı. Kıbrıs’ta yaşanan olaylar, oradaki vatandaşlarımıza uygulanan şiddet nedeniyle çok kritik bir dönemi yaşıyorduk. Bu olayları protesto etmek ve tüm dünyaya birlikteliğimizi, kararlı tutumumuzu haykırmak amacıyla Taksim meydanında düzenlenen bir mitinge arkadaşlarımla katılmıştım. Yapılan konuşmalar, okunan şiirlerden sonra ellerimizde Türk bayraklarıyla Taksim’den Gümüşsuyu’na doğru sloganlar atarak ilerliyorduk. O sırada ben, sağımızdaki Alman konsolosluk binasının bahçe korkuluklarına aniden tırmanmaya başladım. Biraz yukarıya çıkınca elimdeki Türk bayrağının sopasıyla korkuluklardaki bir avizenin çamını kırıp bayrağı oraya astım. Görevini layıkıyla başarmış olmanın gururuyla korkuluklardan aşağıya inip tekrar yürüyüşe devam ettim. O anda konsolosluğun güvenlik görevlileri beni engellemek için bana şiddet uygulayabilirler, hatta orası kendi ülkelerinin toprağı sayıldığı için beni vurup öldürebilirlerdi. Gençlik  heyecanı ve toplum psikolojisi tüm bu tehlikeleri görmemi engellemişti.


        Ülkeyi yönetenler,  yurttaşların demokratik haklarını kullanmalarına engel olmamalı, kendilerinden farklı düşünenlere de saygı duymalıdır.Kibirlenmek, kendini başkalarından üstün görüp başkalarını aşağılamak şeytanlık ve kâfirlik alametidir.Gerçek Müslüman, tevazu sahibidir, alçak gönüllüdür. İnsanları bizimkiler, bizden olmayanlar diye ayıran siyaset adamlarının bulunduğu ülkelerin  geleceği karanlık olur. Tanzimat sanatçımız Ahmet Mithat Efendi’nin şu sözü ne kadar doğru: “Siyasetçiden aydın olmaz; çünkü onların hepsi bir fikre angaje.”  Siyasetçilerimiz, yöneticilerimiz sadece kendi çocuklarını değil, hiçbir ayrım gözetmeden tüm çocukları sevmeli ve onların yaşam haklarına saygı göstermelidir. Şunu herkes iyi bellemelidir ki insanı sevmek, parayı sevmekten daha güzel ve kutsaldır. Bazılarına kol kanat gerip sınırsız haklar tanımak, bazılarına hiçbir hak tanımamak ve onları ötekileştirmek uygar ve demokratik bir ülkeye yakışmaz.



  Evet, Aziz Hoca gerçekten gaza geldi. Bu duygu ve düşüncelerimi sizlerle paylaşmak beni biraz olsun rahatlattı. Bu vesile ile herkese gazsız, bol güneşli ve huzurlu günler diliyorum.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder