GAZA GELDİK…..
17 Aralık’tan bu
yana ülkemizde önemli çalkantılar yaşanmakta. Hükümet yetkilileri ve aile
bireyleriyle bazı işadamlarının dahil oldukları yolsuzluk ve rüşvet iddialarını
tüm halkımızla birlikte izlemekteyiz. Gün geçmiyor ki ortaya birtakım tapeler, ses
ve görüntü kayıtları çıkmasın. Seçimlere kısa bir süre kala bu iddialar yazılı
ve görsel medyada , seçim meydanlarında geniş halk kitlelerine aktarılmakta. Bu söylemlerden etkilenen toplum
bireyleri de ülkemizin birçok
bölgesinde protesto gösterileri yaparak gerçeklerin bir an önce ortaya
çıkarılmasını ve sorumluların cezalandırılmasını istemekte.
Bundan birkaç gün önce
evde eşimle akşam yemeğimizi yediğimiz sırada telefonumuz çaldı. Oğlumuz Burak
Kadıköy’den arıyordu. Akşam işten dönüşünde eve girip dairenin kapısına
geldiğinde demir kapının ve iç kapının kilitlerinin kırılıp içeriye girildiğini
fark etmiş. İçeride odalardaki eşyalar hallaç pamuğu gibi ortalığa saçılmış.
Oğlumun sesinde çok endişeli bir ton vardı. Kendisine, hemen yanına
gideceğimizi söyledik ama Burak buna şiddetle karşı çıktı.” Kadıköy’de olaylar
var. Polisle göstericiler çatışıyor. Burası çok karışık ve tehlikeli, sakın
gelmeyin!” dedi. Ancak, baba yüreği, oğlumun durumunu görmek ve ona yardım etmek için Hatice’nin de karşı çıkmasına rağmen evden çıkıp dolmuşla
Kadıköy’e gittim. Zaten araçların Söğütlüçeşme’den ileri gitmesine polis izin
vermiyordu. Dolmuştan inip Altıyol’a doğru yürüdüm. Boğa heykelinin olduğu
bölgede pek çok polis vardı. Buradaki göstericileri az önce biber gazı ve
tazyikli su ile ara sokaklara doğru püskürtmüşler. Ortalık çok yoğun bir biber
gazı kokusuyla kaplıydı. Bahariye tarafına yöneldim, fakat orada devrilen ve
yakılan çöp arabaları nedeniyle ortalık yangın yerine dönmüştü. Oradan oğlumun
yanına ulaşamayacağımı anlayıp geri döndüm. Altıyoldaki tüm polisler gaz
maskesi takmışlardı. Aralarındaki sivil giyimli bir kişinin amirleri olduğunu
tahmin edip yanına yaklaştım. Kendisine, oğlumun Caferağa spor salonunun
karşısındaki evine hırsız girdiğini, bu nedenle onun yanına gitmek istediğimi
söyledim. Bu isteğimi anlayışla karşıladı ve bana biraz riskli olmakla beraber
gideceğim yolu tarif etti. Ben o yöne doğru giderken sokağın berisinde bir
polis grubunun önünden geçip ara bir sokağa daldım. Fakat o anda arkamdaki
polisler birden biber gazlarıyla hücuma geçtiler. Meğerse gittiğim yönde
kalabalık bir protestocu grup varmış. Onların üzerine saldırdılar. Tabii ben
arada kalıp ne yapacağımı, nereye kaçacağımı şaşırmıştım. Dumandan göz gözü
görmüyordu. Nefesim daralmış, gözlerim kan çanağına dönmüştü. Neyseki polisler
o grubu geriye püskürtüp tekrar eski yerlerine döndüler. Ben de dizlerimin
üzerine çökmüş bekliyordum. Gruptaki bazı gençler yanıma gelip halimi sordular.
Biri elindeki Talcit antiasit sıvısını rahatlatmak amacıyla gözlerime sıktı. Koluma
girip beni biraz ileriye götürdüler. Gözlerim biraz rahatlayınca hemen Şifa
hastanesinin önünden Burak’ın evine yürüdüm. Yukarı çıkıp kapıyı çaldım. Burak
beni görünce çok kötü oldu.”Baba bu kargaşada niçin geldin? diye sitem etti. Bir limonu kesip gözlerime
sıktı. Bir süre sonra gözlerimin yanması biraz hafifledi. Dışarıda çatışmalar
yer yer devam ediyordu. Bir ara polisten kaçanlar bizim apartmana dalıp
kapıları çalarak sığınmak istediler fakat hiç kimse onlara kapı açmadı.
Herkeste korku ve panik vardı.
Birkaç saat sonra ortalık yatışınca ben çevreyi gözleyerek evden çıktım
ve eve döndüm. Hatice de beni çok
merak etmişti.
Bu olayları tetikleyen, Berkin
Elvan adlı 15 yaşındaki bir çocuğun ölümüydü. Gezi Parkı eylemlerinde polisin attığı gaz fişeği başına
isabet eden Berkin, 269 gün komada kaldıktan sonra hastanede yaşamını yitirmişti. Berkin’in ölümü
tüm Türkiye’de ve dünyanın çeşitli ülkelerinde büyük yankı uyandırmış, geniş
çaplı protesto gösterileri düzenlenmişti. Bu acı olayın ardından yine
İstanbul’da bir protesto eylemi sırasında, askerden yeni dönen Burak Can
Karamanoğlu adındaki 22 yaşındaki genç de kim tarafından ateşlendiği
belirlenemeyen bir silahla vurularak öldürüldü. Her iki aile de çok büyük
acılar yaşadı. Hepimizin içi yandı. Allah hiç kimseye evlat acısı göstermesin.
Ülkemde bu olaylar yaşanırken,
insanlar sokaklarda demokratik protesto haklarını kullanırken bazı
siyasetçilerin, bu olaylardan kendilerine oy devşirme, çıkar sağlama çabaları
da ülkesini seven ve onun geleceğiyle ilgili endişeler yaşayan birçok
vatandaşımız gibi beni de çok üzmekte. 15 yaşında, hayatının baharında yaşamını
yitirip ailesini tarifsiz acılar içinde bırakan Berkin’in, evden ekmek almak
üzere çıkmadığı, başında poşu ile protesto eylemlerine katıldığı için
öldürüldüğünü söyleyerek
eylemcilere polisin uyguladığı aşırı şiddeti haklı göstermeye çalışan bir
mantığı aklım almıyor. Varsayalım ki o çocuk evden ekmek almak için değil,
eylem yapmak için göstericilerin arasına katılmış olsun. Ben, bu çocuğu terörist
olarak nitelendirip kınamak ve cezalandırmak yerine, bu kadar küçük yaşlarda
ülke sorunlarına ve haksızlıklara karşı bilinçli ve duyarlı olduğundan dolayı
kutlamak gerektiğini düşünüyorum. Özellikle ilk gençlik çağı çocukların,
duygularını kontrol etmekte zorlandıkları, çevresindekilerin de etkisiyle
kendilerinden beklenmeyecek aşırı fevri davranışlara yönelebilecekleri bir
dönemdir. Belki bu yüzden bu dönem “Delikanlılık dönemi” olarak da
adlandırılır. Aklıma üniversitede öğrenciyken yaşadığım bir olay geldi. 1970’li
yıllardı. Kıbrıs’ta yaşanan olaylar, oradaki vatandaşlarımıza uygulanan şiddet
nedeniyle çok kritik bir dönemi yaşıyorduk. Bu olayları protesto etmek ve tüm
dünyaya birlikteliğimizi, kararlı tutumumuzu haykırmak amacıyla Taksim
meydanında düzenlenen bir mitinge arkadaşlarımla katılmıştım. Yapılan
konuşmalar, okunan şiirlerden sonra ellerimizde Türk bayraklarıyla Taksim’den
Gümüşsuyu’na doğru sloganlar atarak ilerliyorduk. O sırada ben, sağımızdaki
Alman konsolosluk binasının bahçe korkuluklarına aniden tırmanmaya başladım.
Biraz yukarıya çıkınca elimdeki Türk bayrağının sopasıyla korkuluklardaki bir
avizenin çamını kırıp bayrağı oraya astım. Görevini layıkıyla başarmış olmanın
gururuyla korkuluklardan aşağıya inip tekrar yürüyüşe devam ettim. O anda
konsolosluğun güvenlik görevlileri beni engellemek için bana şiddet uygulayabilirler,
hatta orası kendi ülkelerinin toprağı sayıldığı için beni vurup
öldürebilirlerdi. Gençlik heyecanı
ve toplum psikolojisi tüm bu tehlikeleri görmemi engellemişti.
Ülkeyi yönetenler, yurttaşların demokratik haklarını
kullanmalarına engel olmamalı, kendilerinden farklı düşünenlere de saygı
duymalıdır.Kibirlenmek, kendini başkalarından üstün görüp başkalarını
aşağılamak şeytanlık ve kâfirlik alametidir.Gerçek Müslüman, tevazu sahibidir,
alçak gönüllüdür. İnsanları bizimkiler, bizden olmayanlar diye ayıran siyaset
adamlarının bulunduğu ülkelerin
geleceği karanlık olur. Tanzimat sanatçımız Ahmet Mithat Efendi’nin şu
sözü ne kadar doğru: “Siyasetçiden aydın olmaz; çünkü onların hepsi bir fikre
angaje.” Siyasetçilerimiz,
yöneticilerimiz sadece kendi çocuklarını değil, hiçbir ayrım gözetmeden tüm
çocukları sevmeli ve onların yaşam haklarına saygı göstermelidir. Şunu herkes
iyi bellemelidir ki insanı sevmek, parayı sevmekten daha güzel ve kutsaldır.
Bazılarına kol kanat gerip sınırsız haklar tanımak, bazılarına hiçbir hak
tanımamak ve onları ötekileştirmek uygar ve demokratik bir ülkeye yakışmaz.
Evet, Aziz Hoca gerçekten gaza geldi. Bu duygu ve düşüncelerimi sizlerle
paylaşmak beni biraz olsun rahatlattı. Bu vesile ile herkese gazsız, bol
güneşli ve huzurlu günler diliyorum.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder