27.1.14

Ölümlerde yeniden doğmak


ÖLÜMLERDE YENİDEN DOĞMAK


Acı ve tatlı anılarıyla koca bir yılı daha geride bıraktık. Günler o kadar çabuk geçiyor ki, Ocak ayının da yarısına ermişiz. Aramızdan ayrılanlar, aramıza katılanlarla kederle mutluluğu bir arada yaşadığımız 2013 yılının bizi en derinden etkileyen olayı, hiç şüphesiz ki biricik annemizi ahırete yolcu etmemizdi. Onun aramızdan ayrılışı tüm sevenlerini çok üzmüştü. Bir gün hasta yatağında elleri ellerimde, bana gülümseyerek :”Oğlum, benim yaradanıma kavuşacağım günler yakın. Ben Allahıma çok şükür, bunca yıl yaşadım. Şimdi ona kavuşacağım. Sakın ben öldüğümde çok üzülüp ağlamayın. Mukadderat bu. Herkes gibi ben de geldiğim yere gideceğim. Bunu kabullenin.” demişti. Adeta Hakk’ın rahmetine kavuşacağını hissediyor ve bunu bekliyordu.

       Canımız annemizi Pendik Tavşantepe’deki aile mezarlığımıza, babamızın yanına defnetmiştik. Aradan aylar geçti, her fırsatta onu ve onunla yaşadıklarımızı hatırlayıp hüzünleniyoruz. Geçen yılın son günlerinde, anne ve babamızın yattığı mezarı onartmaya karar verdik. Bu vesile ile ben birkaç kez mezarlığa gidip oradaki mezarcı ve yetkililerle görüştüm. Tabii her gidişimde mezarlıkta dolaşıyor, annemle babamın kabri başında onlarla konuşuyor, onlara dualar ediyordum.

     Öteden beri mezarlıklar bende karmaşık duygular uyandırmıştır. Çocukluğumuzda, mahallemizde biri öldüğü zaman, bazen biz de tabutun arkasından cemaatle mezarlığa gider, orada dua eden, ağlayan insanları meraklı ve endişeli bakışlarla, çoğu kez de korkarak izlerdik. Yaşımız ilerledikçe bu korku, yerini ölümü insanoğlunun Hakk’ın rahmetine kavuşması ve kaçınılmaz bir son olarak kabullenme duygusuna bıraktı. Cenâbı Hak, Âli İmrân suresinde “ Külli nefsin zâikatü’l-mevt”, yani her nefis (canlı)  ölümü tadacaktır” diyor. Her canlının hayatında karşılaşacağı bir gerçekti ölüm ve bir gün mutlaka bizi de bulacaktı.

     Anne babamı ziyaretimde soğuk bir kış günüydü. Mezarlık ıpıssızdı; kimsecikler yoktu. Mezarın yanındaki  servi ağacının yanında oturdum; dualar ettim. Anne ve babamla geçirdiğimiz günler, yaşadıklarımız bir film şeridi gibi gözümün önünden geçti. İçim ürperdi. Hüzünlenmiştim. Gökyüzünde  güneş, bulutların arasından ışıklarını göndermiş, bu ışıklar mezarların mermerlerinden yansıyarak adeta bir nur gibi tekrar göğe doğru yükseliyordu. Bu sırada yandaki küçücük bir mezarın üstündeki yazı dikkatimi çekti. “ …. Ailesinin biricik ikizleri burada yatıyor.” Anne babalarının gözbebekleri, ne umutlarla dünyaya getirilen bu yavrucaklar, henüz bir yaşlarına erişmeden kara toprağa karışmışlardı. Aklıma Lübnanlı şair Halil Cibran’ın “ Ölüm, anne memesindeki bebeğe, yaşlı bir kişiden daha uzak değildir.” sözleri geldi. Nitekim başka bir gün yine mezarlıkta yürürken çevremdeki mezarlardaki yazıları okuyorum. 18 yaşında trafik kazasında yaşamını yitiren bir gencin mezar taşında “Henüz hayatının baharında yitirdiğimiz oğlumuzun ruhuna fatiha!” yazısını okuyunca insanın içi bir tuhaf oluyor. Genç yaşta hayata veda eden bu ana kuzusu, bana Yunus Emre’nin dizelerini hatırlatıyor:     “Yanar içim, göynür özüm ; Yiğit iken ölenlere..”

        Ölümle ne zaman, nasıl, kaç yaşında ve nerede karşılaşacağımızı bilmemenin çaresizliğini “Otuz Beş Yaş” şiirinde dile getiren Cahit Sıtkı Tarancı, ölümü adeta bir uyku kadar doğal karşılıyor:

     'Neylersin Ölüm herkesin başında
     Uyudun uyanamadın olacak
     Kim bilir nerede, nasıl, kaç yaşında
     Bir namazlık saltanatın olacak
     Taht misâli o musalla taşında…'

Bu dizeler bana babamla annemin ölümlerini hatırlattı. Gerçekten tüm çocuklarının da şahit olduğu gibi her ikisi de adeta uyur gibi, yüzlerinde hiçbir ıstırap ifadesi olmadan ruhlarını teslim ettiler. Hatta annem uyuyor mu yoksa öldü mü, anlayamadığımız için stetoskopla kalp atışlarını dinleyip bir süre sonra hiç tepki vermeyince öldüğüne kanaat getirdik. Yüzünde hafif bir gülümseme ile bizlere veda etti.

          İnsanoğlu ölüm gerçeğini ve ondan kaçmanın mümkün olmadığını bildiği halde sanki hiç ölmeyecekmiş gibi bu geçici dünyaya hırsla sarılmakta. Elinde olan nimetlerle yetinmeyip hep daha fazlasını istemekte. Daha çok mal, daha çok para… isteklerin ardı arkası kesilmiyor. Öbür dünyaya hiçbir şey götüremeyeceğimizi bildiğimiz halde dünya nimetleri için çaba sarf ediyoruz. Kanuni Sultan Süleyman, vasiyetinde : ”Ben ölünce elimi tabutun dışında bırakın ki halk görsün. Sultan Süleyman bile öbür dünyaya bir şey götüremedi; eli boş gitti, desinler.” sözleriyle dünya malının, paranın ne kadar önemsiz olduğunu vurgulamıyor mu?

  Bazen düşünüyorum da, iyi ki insanoğlu er veya geç, bir gün mutlaka öleceğini, dünyaya veda edeceğini, hiçbir gücün ölüme engel olamayacağını biliyor. Şayet bunun aksi olup da hiç ölmeyeceğine, sonsuza dek yaşayacağına inansaydı o zaman bu dünyanın hali nice olurdu? Öleceğini bildiği halde bunca hırs, kin, nefret ve düşmanlık ile dolu olan insanoğlu, ölümsüz olduğuna inansaydı o zaman neler olabileceğini düşünmek dahi istemiyorum.

     Aslında peygamberimizin bir hadisinde ifade ettiği gibi bu mezarlar ve onların hatırlattığı ölüm, en güzel nasihattir insanlara. Bir düşünürün bu konudaki düşüncelerine katılmamak mümkün değil: “Özgürlüğün kıymetini anlamak için git, hapishanelere bak; sağlığın kıymetini bilmek için git, hastaneleri gör; hayatın kıymetini anlayıp şükretmek için mezarlıkları ziyaret et.”
        
                          Gerçekten mezarlar, insanlar için çok somut bir ibret görüntüsüdür. Çevremde birçok mezar var. Hepsinde genç, yaşlı, kadın, erkek insanlar yatmakta. Kim bilir onların da bu dünyadan daha ne çok beklentileri, gerçekleştirmeyi düşündükleri umutları vardı. Ancak, onlar da her canlı gibi bu umutlarını gerçekleştiremeden ölümü tatmışlar, ebedi yolculuğa yelken açmışlardı.

      Ünlü şairimiz Yahya Kemal de ölümü, geri dönüşü olmayan sonsuz bir yolculuğa benzettiği şiirinde:   “ Dünyada sevilmiş ve seven nafile bekler;  Bilmez ki giden sevgililer dönmeyecekler.” dizeleriyle insanın ölüm karşısındaki çaresizliğini kabulleniyor. Mezarın, bu yolculukta son durak, son uğrak yeri olduğunu ifade eden şair; “ Birçok gidenin her biri memnun ki yerinden; Birçok seneler geçti dönen yok seferinden.” diyerek bu muammaya kendince bir cevap bulup kendini avutmaya çalışıyor.

     Çok sevdiği eşi Fatma Hanım’ın vefatı üzerine Abdülhak Hamid de ölüm, yaşam, kabir konularında kafasını kurcalayan sorulara cevap bulamamanın verdiği çaresizlikle Allah’a isyan derecesine varan duygu yoğunluğu yaşamış; ancak insan aklının ölümün sırları karşısında aciz kaldığını görüp teselliyi yine Allah’a sığınmakta bulur :

             “ Makber, sonudur dekâyıkın bu ; Bir sırr-ı garîbi Hâlık’ın bu
               Bedbaht o hakikat anlaşılmaz; Şânın bu, cihanda lâyıkın bu.” dizeleriyle Allah’a olan inancını
 dile getirerek onun affına sığınır.

      Montaigne: “ Hayatın değeri uzun yaşanmasında değil, iyi yaşanmasındadır.” sözleriyle ne kadar yaşadığımız değil, nasıl yaşadığımızın önemli olduğunu vurgulamak istemiş. Gerçekten öyle insanlar vardır ki, kısacık ömürlerinde ülkelerine ve tüm insanlığa hayırlı hizmetlerde bulunmuşlar ve bu davranışlarından ötürü herkes tarafından hayırla yad edilmiş ve öldükten sonra da insanların gönüllerinde yaşamlarını sürdürmüşlerdir. Yine öyle insanlar da vardır ki , uzun süren yaşamları boyunca hem kendileri hem de çevresindekiler için hiçbir yararlı iş yapmamış, hiçbir güzelliği paylaşmamışlardır. Biyolojik olarak yaşayan; ancak insani niteliklerden nasibini almamış bu kişilerin, bir ölüden ne farkları olabilir ki?

        Yazıma başlarken bu kadar uzun ve hacimli olacağını hiç düşünmemiştim. Fakat ölüm ve yaşam gibi metafizik bir konuda insan ister istemez bir duygu ve düşünce yoğunluğu yaşıyor. Yılların eğitimcisi olmanın verdiği bir ilhamla belki biraz fazla didaktik ve öğüt verici bir yazı olmuş olabilir; fakat ben aile mezarlığımızdan yola çıkarak bu konudaki samimi düşüncelerimi paylaşmaya çalıştım. Görüş ve düşüncelerimi paylaşmayan, eleştiren olursa onlara da saygı duyarım.
    Öldükten sonra ardımızda iyi bir ad bırakmak ve hayırla yad edilmek için tüm canlıları sevelim, acısıyla tatlısıyla yaşamı diğer insanlarla paylaşalım.                                                                                                       
         Yazımı tasavvuf şiirimizin usta ozanı Yunus Emre’nin bir dörtlüğüyle sonlandırmak istiyorum;                      

   'Gelin tanış olalım; 
   İşi kolay kılalım                                                              
   Sevelim, sevilelim;
   Dünya kimseye kalmaz.'



Dr. Aziz Birinci






Hiç yorum yok:

Yorum Gönder