ÖLÜMLERDE YENİDEN DOĞMAK
Acı ve tatlı
anılarıyla koca bir yılı daha geride bıraktık. Günler o kadar çabuk geçiyor ki,
Ocak ayının da yarısına ermişiz. Aramızdan ayrılanlar, aramıza katılanlarla
kederle mutluluğu bir arada yaşadığımız 2013 yılının bizi en derinden etkileyen
olayı, hiç şüphesiz ki biricik annemizi ahırete yolcu etmemizdi. Onun aramızdan
ayrılışı tüm sevenlerini çok üzmüştü. Bir gün hasta yatağında elleri ellerimde,
bana gülümseyerek :”Oğlum, benim yaradanıma kavuşacağım günler yakın. Ben
Allahıma çok şükür, bunca yıl yaşadım. Şimdi ona kavuşacağım. Sakın ben
öldüğümde çok üzülüp ağlamayın. Mukadderat bu. Herkes gibi ben de geldiğim yere
gideceğim. Bunu kabullenin.” demişti. Adeta Hakk’ın rahmetine kavuşacağını
hissediyor ve bunu bekliyordu.
Canımız
annemizi Pendik Tavşantepe’deki aile mezarlığımıza, babamızın yanına
defnetmiştik. Aradan aylar geçti, her fırsatta onu ve onunla yaşadıklarımızı
hatırlayıp hüzünleniyoruz. Geçen yılın son günlerinde, anne ve babamızın
yattığı mezarı onartmaya karar verdik. Bu vesile ile ben birkaç kez mezarlığa
gidip oradaki mezarcı ve yetkililerle görüştüm. Tabii her gidişimde mezarlıkta
dolaşıyor, annemle babamın kabri başında onlarla konuşuyor, onlara dualar
ediyordum.
Öteden beri
mezarlıklar bende karmaşık duygular uyandırmıştır. Çocukluğumuzda, mahallemizde
biri öldüğü zaman, bazen biz de tabutun arkasından cemaatle mezarlığa gider, orada
dua eden, ağlayan insanları meraklı ve endişeli bakışlarla, çoğu kez de
korkarak izlerdik. Yaşımız ilerledikçe bu korku, yerini ölümü insanoğlunun
Hakk’ın rahmetine kavuşması ve kaçınılmaz bir son olarak kabullenme duygusuna
bıraktı. Cenâbı Hak, Âli İmrân suresinde “ Külli nefsin zâikatü’l-mevt”, yani
her nefis (canlı) ölümü
tadacaktır” diyor. Her canlının hayatında karşılaşacağı bir gerçekti ölüm ve
bir gün mutlaka bizi de bulacaktı.
Anne babamı
ziyaretimde soğuk bir kış günüydü. Mezarlık ıpıssızdı; kimsecikler yoktu.
Mezarın yanındaki servi ağacının
yanında oturdum; dualar ettim. Anne ve babamla geçirdiğimiz günler,
yaşadıklarımız bir film şeridi gibi gözümün önünden geçti. İçim ürperdi.
Hüzünlenmiştim. Gökyüzünde güneş,
bulutların arasından ışıklarını göndermiş, bu ışıklar mezarların mermerlerinden
yansıyarak adeta bir nur gibi tekrar göğe doğru yükseliyordu. Bu sırada yandaki
küçücük bir mezarın üstündeki yazı dikkatimi çekti. “ …. Ailesinin biricik
ikizleri burada yatıyor.” Anne babalarının gözbebekleri, ne umutlarla dünyaya
getirilen bu yavrucaklar, henüz bir yaşlarına erişmeden kara toprağa
karışmışlardı. Aklıma Lübnanlı şair Halil Cibran’ın “ Ölüm, anne memesindeki bebeğe,
yaşlı bir kişiden daha uzak değildir.” sözleri geldi. Nitekim başka bir gün
yine mezarlıkta yürürken çevremdeki mezarlardaki yazıları okuyorum. 18 yaşında
trafik kazasında yaşamını yitiren bir gencin mezar taşında “Henüz hayatının
baharında yitirdiğimiz oğlumuzun ruhuna fatiha!” yazısını okuyunca insanın içi
bir tuhaf oluyor. Genç yaşta hayata veda eden bu ana kuzusu, bana Yunus
Emre’nin dizelerini hatırlatıyor: “Yanar içim, göynür özüm ; Yiğit iken
ölenlere..”
Ölümle ne zaman, nasıl, kaç yaşında ve
nerede karşılaşacağımızı bilmemenin çaresizliğini “Otuz Beş Yaş” şiirinde dile
getiren Cahit Sıtkı Tarancı, ölümü adeta bir uyku kadar doğal karşılıyor:
'Neylersin Ölüm
herkesin başında
Uyudun uyanamadın olacak
Kim bilir nerede,
nasıl, kaç yaşında
Bir namazlık
saltanatın olacak
Taht misâli o musalla
taşında…'
Bu dizeler bana
babamla annemin ölümlerini hatırlattı. Gerçekten tüm çocuklarının da şahit
olduğu gibi her ikisi de adeta uyur gibi, yüzlerinde hiçbir ıstırap ifadesi
olmadan ruhlarını teslim ettiler. Hatta annem uyuyor mu yoksa öldü mü,
anlayamadığımız için stetoskopla kalp atışlarını dinleyip bir süre sonra hiç
tepki vermeyince öldüğüne kanaat getirdik. Yüzünde hafif bir gülümseme ile bizlere
veda etti.
İnsanoğlu
ölüm gerçeğini ve ondan kaçmanın mümkün olmadığını bildiği halde sanki hiç
ölmeyecekmiş gibi bu geçici dünyaya hırsla sarılmakta. Elinde olan nimetlerle
yetinmeyip hep daha fazlasını istemekte. Daha çok mal, daha çok para…
isteklerin ardı arkası kesilmiyor. Öbür dünyaya hiçbir şey götüremeyeceğimizi
bildiğimiz halde dünya nimetleri için çaba sarf ediyoruz. Kanuni Sultan
Süleyman, vasiyetinde : ”Ben ölünce elimi tabutun dışında bırakın ki halk
görsün. Sultan Süleyman bile öbür dünyaya bir şey götüremedi; eli boş gitti,
desinler.” sözleriyle dünya malının, paranın ne kadar önemsiz olduğunu
vurgulamıyor mu?
Bazen düşünüyorum da, iyi ki insanoğlu
er veya geç, bir gün mutlaka öleceğini, dünyaya veda edeceğini, hiçbir gücün
ölüme engel olamayacağını biliyor. Şayet bunun aksi olup da hiç ölmeyeceğine,
sonsuza dek yaşayacağına inansaydı o zaman bu dünyanın hali nice olurdu?
Öleceğini bildiği halde bunca hırs, kin, nefret ve düşmanlık ile dolu olan
insanoğlu, ölümsüz olduğuna inansaydı o zaman neler olabileceğini düşünmek dahi
istemiyorum.
Aslında
peygamberimizin bir hadisinde ifade ettiği gibi bu mezarlar ve onların
hatırlattığı ölüm, en güzel nasihattir insanlara. Bir düşünürün bu konudaki
düşüncelerine katılmamak mümkün değil: “Özgürlüğün kıymetini anlamak için git,
hapishanelere bak; sağlığın kıymetini bilmek için git, hastaneleri gör; hayatın
kıymetini anlayıp şükretmek için mezarlıkları ziyaret et.”
Gerçekten
mezarlar, insanlar için çok somut bir ibret görüntüsüdür. Çevremde birçok mezar
var. Hepsinde genç, yaşlı, kadın, erkek insanlar yatmakta. Kim bilir onların da
bu dünyadan daha ne çok beklentileri, gerçekleştirmeyi düşündükleri umutları
vardı. Ancak, onlar da her canlı gibi bu umutlarını gerçekleştiremeden ölümü
tatmışlar, ebedi yolculuğa yelken açmışlardı.
Ünlü
şairimiz Yahya Kemal de ölümü, geri dönüşü olmayan sonsuz bir yolculuğa
benzettiği şiirinde: “
Dünyada sevilmiş ve seven nafile bekler;
Bilmez ki giden sevgililer dönmeyecekler.” dizeleriyle insanın ölüm
karşısındaki çaresizliğini kabulleniyor. Mezarın, bu yolculukta son durak, son
uğrak yeri olduğunu ifade eden şair; “ Birçok gidenin her biri memnun ki yerinden;
Birçok seneler geçti dönen yok seferinden.” diyerek bu muammaya kendince bir
cevap bulup kendini avutmaya çalışıyor.
Çok sevdiği eşi Fatma
Hanım’ın vefatı üzerine Abdülhak Hamid de ölüm, yaşam, kabir konularında kafasını
kurcalayan sorulara cevap bulamamanın verdiği çaresizlikle Allah’a isyan
derecesine varan duygu yoğunluğu yaşamış; ancak insan aklının ölümün sırları
karşısında aciz kaldığını görüp teselliyi yine Allah’a sığınmakta bulur :
“ Makber, sonudur dekâyıkın bu ; Bir sırr-ı garîbi Hâlık’ın bu
Bedbaht o hakikat anlaşılmaz; Şânın bu, cihanda lâyıkın bu.” dizeleriyle
Allah’a olan inancını
dile getirerek onun affına sığınır.
Montaigne: “
Hayatın değeri uzun yaşanmasında değil, iyi yaşanmasındadır.” sözleriyle ne
kadar yaşadığımız değil, nasıl yaşadığımızın önemli olduğunu vurgulamak
istemiş. Gerçekten öyle insanlar vardır ki, kısacık ömürlerinde ülkelerine ve
tüm insanlığa hayırlı hizmetlerde bulunmuşlar ve bu davranışlarından ötürü
herkes tarafından hayırla yad edilmiş ve öldükten sonra da insanların
gönüllerinde yaşamlarını sürdürmüşlerdir. Yine öyle insanlar da vardır ki ,
uzun süren yaşamları boyunca hem kendileri hem de çevresindekiler için hiçbir
yararlı iş yapmamış, hiçbir güzelliği paylaşmamışlardır. Biyolojik olarak
yaşayan; ancak insani niteliklerden nasibini almamış bu kişilerin, bir ölüden
ne farkları olabilir ki?
Yazıma başlarken bu kadar uzun ve hacimli olacağını hiç düşünmemiştim. Fakat
ölüm ve yaşam gibi metafizik bir konuda insan ister istemez bir duygu ve
düşünce yoğunluğu yaşıyor. Yılların eğitimcisi olmanın verdiği bir ilhamla
belki biraz fazla didaktik ve öğüt verici bir yazı olmuş olabilir; fakat ben
aile mezarlığımızdan yola çıkarak bu konudaki samimi düşüncelerimi paylaşmaya
çalıştım. Görüş ve düşüncelerimi paylaşmayan, eleştiren olursa onlara da saygı
duyarım.
Öldükten sonra ardımızda
iyi bir ad bırakmak ve hayırla yad edilmek için tüm canlıları sevelim, acısıyla
tatlısıyla yaşamı diğer insanlarla paylaşalım.
Yazımı tasavvuf şiirimizin usta ozanı Yunus Emre’nin bir dörtlüğüyle
sonlandırmak istiyorum;
'Gelin tanış olalım;
İşi kolay kılalım
Sevelim, sevilelim;
Dünya kimseye kalmaz.'
Dr. Aziz Birinci
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder