18.10.13

BAYRAM GELMİŞ NEYİME...



BAYRAM GELMİŞ NEYİME…
Ozanımız,annesinden ayrılışını ne kadar acılı bir ifade ile dile getirmiş:
Geceler yârim oldu,    Anam anam garibem
Ağlamak kârım oldu ,  Anam anam garibem
Bayram gelmiş neyime,   Anam anam garibem
Kan damlar yüreğime ,   Anam anam garibem…
         Bugün Kurban bayramının bir önceki günü,yani arefe. Yarın bayram. Ancak bu bayram içimde bir hüzün ve bir burukluk var.Sabah erken kalkıp bayram namazını kıldıktan sonra büyük bir coşkuyla koşup ellerini öptüğümüz annemiz yok artık. Onsuz ilk bayramımız .En son,geçen Ramazan bayramında onunla bayramlaşmış,ellerini,yanaklarını öpüp sohbet etmiştik. Bayram sonrası canımız annemizi Hakkın rahmetine uğurlamıştık.Allaha şükür,evlatlarının kollarında dualarla Cenabı hakka kavuştu.
        Her Kurban bayramında annemiz çok mutlu olurdu. Çocuklarının yanında tekbirlerle kurban kesilirken o dikkatle takip eder,bazen kasaplara talimatlar verir,işkembenin,kellenin,ayakların özenle kesilip parçalanmasına nezaret ederdi.Sonra hep birlikte bir yandan sohbet edilir,bir yandan da  kurban etinden  hazırlanan kavurma keyifle yenirdi.
         Zaman her şeyi unutturur,derler.Aksine zaman geçtikçe annemizin yokluğu beni daha derinden etkiliyor. Çünkü onunla paylaştığımız o kadar çok hatıra var ki. Her fırsatta onu hatırlayıp hüzünleniyorum. Geçenlerde İstanbul Üniversitesi’nin önünde Karabük’ten bir komşumuzun beyi ile karşılaştık.Bana tekrar başsağlığı diledi.”Müzeyyen Teyze sadece sizin anneniz değildi.O tüm komşularının,hepimizin annesi idi.Onu unutmamız mümkün değil.” sözleri beni çok duygulandırdı. Gerçekten Müzeyyen hanım,sadece bizim değil,onu tanıyan herkesin,tüm komşularının gözdesiydi. Annemiz,engin bir hoşgörüye sahip yüreği,en hırçın,geçimsiz insanları bile sakinleştiren alçakgönüllülüğü ile her zaman çevresine mutluluk parıltıları saçmış bir melekti. İnsanların dert ortağı,sorunlarını sakin bir şekilde çözmeye çalışan akıl hocası idi. Aynı zamanda mahallelinin terzisi idi.Onlara ve çocuklarına giysiler diker,yoksul olanlardan hiç para almazdı.Bazılarının bahçelerinde yetiştirdikleri sebze ve meyvelerle yaptığı işi takas eder,bu suretle aile bütçemize katkıda bulunurdu. Çünkü sekiz çocuğun yiyecek,giyecek ve okul masraflarını sadece babamın iğne ucu ile kazandığı paralarla karşılamak mümkün değildi. Evimizden kilometrelerce uzakta kurulan pazarlara gidip oradan elindeki ağır yüklerle yürüyerek evine dönen ,evimizde su olmadığı için  çamaşırlarımızı dere kenarına götürüp orada kayalara vurarak yıkayan (Çamaşır,bulaşık makinesi,deterjan vb. hakgetire),sonra evin ihtiyacı olan suyu da dereden bidonlara doldurup taşıyan annemi ve onun emeklerini  unutabilir miyiz?
         Rahmetli babamız,çok disiplinli,otoriter,kendince kuralları olan bir kişiydi. Annem ve tüm çocukları,onun tüm dediklerine hiç itiraz etmeden uymak zorundaydı.Beni çok derinden etkileyen ve bu yüzden hiç unutmadığım bir anım geldi aklıma.Babam,benim okuldan çıktıktan sonra onun terzi dükkanına gidip yardı etmemi isterdi. Ben de buna çoğunlukla uyardım;ancak bir gün arkadaşlarımla oyuna dalıp dükkana gitmemişim.Babam büyük bir öfke ile eve gelip bana bağırarak beni, evimizin yanındaki kömürlüğe hapsetti.Kömürlüğün kapısını da üzerime kilitleyip  önüne koyduğu sandalyeye oturarak sigarasını içmeye başladı.Ben kömürlükte karanlıkta panikle bağırarak ağlıyordum. Anneciğim benim ağlamamı duyunca babama görünmeden kömürlüğün arka tarafındaki pencereye gelip bana seslendi.Ben hemen koştum,annem küçük pencereden beni güçlükle çıkarıp eve kaçırdı. Sonra da babamı sakinleştirdi. Çocuktur,hata yapar,affet,deyip onu yumuşattı. Bu örnekten de anlaşıldığı üzere annemiz her zaman bizim babamızla aramızda bir uzlaştırıcı görevi üstlenmişti. İlk bakışta babam her zaman ailenin tek hakimi,evin direği gibi görünse de,arka planda hep onu yönlendiren,sorunların çözümünde fikirler üretip uygulayan annemizdi.
         Canım annemiz çok iyi niyetli, insanları incitmekten,kırmaktan çok sakınan bir kişiydi.Onun, çevresinde çok sevilip sayılmasında bu niteliğinin çok büyük önemi vardı. O,gelinleri ve damatlarına da her zaman büyük bir sevgi ile yaklaşmış,onları incitmekten her zaman sakınmıştı. Bu yönüyle de o, ideal bir kayın valide örneğiydi. Aynı şekilde, dünürleriyle de her zaman çok iyi ilişkiler içinde olmuştu.
          Annemin,unutamadığım ve benim çocukluk anılarımda çok özel bir yer tutan bir özelliği de hayvanlara karşı aşırı ilgi ve sevgisiydi. Gerek Karabük’te,gerekse Maltepe’de evlerimizin bahçesindeki kümeslerde tavuklar,horoz ve ördekler hiç eksik olmazdı.Doğal olarak bizim çocukluğumuz da o sevimli hayvanlarla oynayarak ve birçok güzellikleri paylaşarak geçmişti. Onca yoğun işinin arasında onları besler,onlarla ilgilenirdi.Bunun yanı sıra keçi bile beslemişti. Annemin keçisi Esra’mın da çok yakın dostuydu.O zamanlar yemyeşil çayır ve ağaçlık olan evimizin çevresinde Esra,keçisini otlatırdı. Keçi sütü,çocuklarımızın en gözde gıdalarındandı. Annem,hayvanlarıyla zaman zaman konuşur,onları şımartırdı.
        Müzeyyen Hanım,çocuklarının yetişmesinde,eğitiminde de çok büyük sorumluluklar üstlenmişti. Onların dersleriyle ilgilenir, öğretmenleriyle görüşmeler yaparak gelişmelerini takip ederdi. Hiç unutmuyorum,Karabük Demir Çelik Lisesinde öğrenciyken benim bir veli toplantıma yetişmek için  yağmurlu bir günde telaşla okuluma giderken yokuşta kayıp düşmüş ve kolu kırılmıştı. Onun hakkını ödeyebilir miyiz?
        Annemizin en önemli özelliklerinden biri de, çocukları arasında hiçbir zaman ayrım gözetmemesi,hepsine karşı çok sevecen,çok şefkatli yaklaşması idi. Bazen, ”Anne, en çok hangi çocuğunu seviyorsun?” diye sorduğumuzda, “ Hepinizi…” diyerek bu soruyu geçiştirirdi. Şakayla karışık,” Anne,şu küçük kızın da biraz şımarık ve inatçı?” ,veya “ Şu oğlun da biraz fazla hırçın ve yaramaz.” dediğimizde yine “ Siz onlara bakmayın,onlar daha henüz küçükler,göreceksiniz onlar da çok iyi olacaklar.” diyerek hiçbir çocuğuna toz kondurtmazdı.
         Annemiz,yaşamı boyunca her türlü gereksiz harcamadan kaçınmış,tutumlu bir insan olarak çocuklarına yani bizlere örnek olmuştu. Evine gelenlere bir şeyler ikram etmek için çırpınır,evde ikram edecek bir şeyler olmamasından çok korkardı. Yine onun çok unutulmaz hasletlerinden biri de, kimseye yük olmak istememesiydi. Son günlerinde ona hizmet etmek üzere tuttuğumuz Mihriban Hanım’a ikide birde “ Kızım,senin hakkını nasıl ödeyeceğim.” der,onun :”Anneciğim,siz benim hakkımı veriyorsunuz.” sözlerine ,”hayır, Allah razı olsun,sen bana çok hizmet ediyorsun,hakkını helal et.” diye karşılık verirdi. Her hafta banyosunu yaptırırken bize de : “Bana çok hizmet ettiniz,hakkınızı helal edin.” Derdi. Onun bizim için yaptığı fedakarlıkların yanında bizimkilerin sözü mü olur? Lütfen anneciğim,sen bize hakkını helal et.Biz ne yapsak senin hakkını ödeyemeyiz. Ancak,yapacağımız hayırlı işler, yardıma muhtaçlara yapacağımız yardımlar ve yetiştirdiğimiz hayırlı evlatlarla ona layık olmaya ,onun hayır defterine katkıda bulunmaya çalışabiliriz.
         Anneciğimizle ilgili hatıralarımızı, duygu ve düşüncelerimizi anlatmaya kalksak bir roman olur.Ben sadece onu kaybedişimiz sonrası ilk bayram arefesinde duygularımı dile getirmeye çalıştım.Biz, onun evlatları olarak birlikteliğimizi,sevgi ve saygımızı bundan sonra da sürdürerek onun adını sonsuza dek yaşatacağımıza inanıyorum.
     Gittin gideli boş kaldı yerin,
     Sıcak kollarını,şefkatini özledik anne…                                                                                                    
     Ruhun şâd olsun,mekânın cennet olsun,
     Hakkını helâl et anne….                                                                                            
                                                                                                                        Aziz Birinci

Not: Bugün bayramın birinci günüydü. Kardeşler olarak Adil’in Gebze’deki fabrikasının bahçesinde yine ortak kurbanımızı kestik. Allah kabul eder inşallah. Ama,yazımın başlangıcında belirttiğim gibi,bu bayram gerçekten biraz hüzünlü geçti. Kurbanın kesilişinde,parçalara ayrılmasında annemin o bilgiç tavrını,kasapları yönlendirişini aramadık desek yalan söylemiş oluruz.Ne söylesek faydasız.Şu acı gerçeği kabullenmek zorundayız. Artık annemiz aramızda değil ve hayat da devam ediyor. Dualarımız hep onunla… İnşallah mekânı cennet olur.

16.9.13

Güzel bir Cumartesi


Sabah kalkıp Hatice ile kahvaltı yaptıktan sonra onu eczaneye uğurladım.Bilgisayarımın başına geçip maillerime ve günün haberlerine göz attıktan sonra Ekim ayı başında Uluslar arası Türkoloji Kongresinde sunacağım bildirinin son düzeltmelerini yapıp toparladım.Biraz da kitap okudum.Hava da oldukça güzel olduğu için dışarı çıkıp biraz dolaşma ihtiyacı hissettim.Yolda yürürken birden karşımdaki bir duyuru dikkatimi çekti,14-15 Eylül tarihlerinde Göztepe Özgürlük Parkında Urfa ilimizin tanıtım günleri varmış. Öteden beri bu tanıtım günleri hep ilgimi çekmiştir. Ülkemizin gidip göremediğimiz yörelerinin çeşitli etkinliklerle tanıtıldığı bu özel günler benim açımdan çok anlamlı olmakta. Ben de hemen karar verip evimizden pek uzakta olmayan Göztepe Parkı’na doğru yöneldim. Oraya vardığımda ilk olarak burnuma kebap kokuları geldi. İnsanlar sıra sıra ızgara kebap yapılan yerlerde bekleşiyorlardı.Yöresel yemekler ve tatlıların  yanı sıra el işlemeleri dikkat çekiyordu. Orada bir hanımın yaptığı bazlamanın kokusuna dayanamayıp bir tane aldım. Bazlamacı hanımı dikkatle inceledim. Altmış yaşlarında tam bir Anadolu kadını.Yüzündeki ifade ve çizgilerden  onun ne zor şartlarda bugünlere eriştiğini tahmin etmek mümkün. İnsan bir an için kendini Anadolu’nun bir şehrinde hissediyor.Esmer tenli,kara yağız insanlar, Urfa  yöresine özel şive ile konuşuyorlar.Davranışları gayet doğal ve samimi. Ben keyifle çevremi izlerken birden bir davul zurna sesiyle irkildim. Davul zurna eşliğinde birkaç kişi omuz omuza o yörenin halkoyunlarını oynamaya başladılar.Onları gören diğerleri de hemen aralarına katılıp oyuna eşlik etmeye başladılar.Hepsinin yüzlerinde büyük bir mutluluk ve coşku vardı.Birden aralarına yaşlı bir bayan turistin katılarak onların oyununa eşlik etmesi hem beni,hem de çevredekileri çok mutlu etti. Bu görüntü beni nedense çok duygulandırdı.İşte benim insanım bu. Etnik kökeni,inancı ne olursa olsun hepsi ortak bir kültürde birleşip kaynaşıyor.Kadını erkeği,genci yaşlısı gönül birliği ederek eğlenebiliyor.Birileri de bu birlikteliğimizi,dostluğumuzu bozup , türlü nifak tohumlarıyla bu güzel insanları birbirine düşürmeye çalışıyorlar. Sen şusun,sen busun,diyerek sevgi ve dostluk bağlarımızı koparmaya çalışıyorlar.Bu oyunlara gelmemek,aramızdaki bağları daha da güçlendirmek hepimize düşen en önemli görevlerden.


   Bu duygu ve düşüncelerle Urfa tanıtım etkinliklerinden ayrıldım. Cenabı Allah’tan,bu milletin fertleri arasındaki dostluk ve muhabbeti arttırmasını niyaz ettim.



10.4.13

Bir Başkadır Benim Memleketlim




  BİR BAŞKADIR BENİM MEMLEKETLİM…
              
                   Bazen düşünüyorum da kafamı karıştıran şu sorunun cevabını bir türlü bulamıyorum: Acaba benim ülkem kadar insan hayatının ucuz olduğu,insan hayatına değer verilmeyen başka bir ülke var mıdır? Zaman zaman medyadan bazı haberleri okuyup izlediğimizde,acaba gülsem mi , yoksa ağlasam mı,diye ikilemde kaldığımız durumlarla sık sık karşılaşmaktayız.Bu inanılması güç olaylardan birkaçını sizlerle paylaşmak istiyorum:
Aygaz tüpünün gaz kaçırıp kaçırmadığını çakmakla kontrol etmeye çalışırken tüpün patlaması sonucu ölüm. (Zonguldak-Ereğli)
Midesine kaçan sineği öldürmek için ağzına sheltox sıkan kişinin ölümü.(İstanbul-Sultanbeyli)
TEM otoyolunda alkollü olarak seyreden araçtaki beş kişinin,radyoda çalmaya başlayan oyun havasından etkilenip aracı sağa çekerek otoyolda göbek atmaları sonucu üçünün ölümü,diğerlerinin ağır yaralanması.(Adapazarı-Hendek)
Minibüsün içinde ısınmak amacıyla mangal yakan kişinin,gaz zehirlenmesi sonucu ölümü.(Kastamonu)
Yolda yürürken başına mermi düşmesi sonucu ölüm.(İstanbul İstiklal caddesinde bir üniversite öğrencisi)
Elektrik direğine yaslanıp ayakkabısındaki taşı çıkarmak için ayağını silkeleyen kişiyi elektrik çarptığını sanan başka bir kişinin,cereyan akımından kurtarmak amacıyla kafasına kürekle vurup öldürmesi.(Rize,Ardeşen,Tunca köyü)
Bizim berberlerimize has bir hareket olan,tıraş ettiği kişinin boynunu rahatlatmak amacıyla sağa sola hızla çevirme sonucu küt diye boynu kırılan müşterinin,berber koltuğunda Hakk’ın rahmetine kavuşması. (Erzurum)
Bunlar,bireysel vakalar,bunlara çok sık karşılaşıp,adeta alıştığımız vakaları da ekleyebiliriz:
Yaz aylarında genellikle Akdeniz ve Güneydoğu Anadolu bölgelerimizde aşırı sıcaktan korunmak amacıyla dama çıkıp uyudukları evlerinin damından düşmek suretiyle ölen insanlarımız,
Şofben zehirlenmeleri sonucu,banyo yaparken ölen insanlarımız,
Kış aylarında doğalgaz havalandırma menfezini kapatıp,doğalgaz zehirlenmesi sonucu ölümler,
Kurban bayramlarında kaçan koç veya boğayı yakalamaya çalışırken,boynuzlanma sonucu ölümler. (Ülkemizde bazıları bayramın  mutluluk ve coşkusunu yaşarken bazıları ölümün soğuk yüzüyle tanışmanın talihsizliğini tadıyorlar.)
Lodos nedeniyle,kömür sobasından çıkan gazın geri tepmesi üzerine karbonmonoksit gazından zehirlenme suretiyle ölümler.(Lodoslu havalarda meteoroloji uzmanlarının sık sık uyarmalarına ve daha önce yaşanan acı olaylara rağmen)
Daha önceki bir yazımda da değindiğim bir hususu burada da zikretmeden geçemeyeceğim.Benim ülkemde maalesef  çocuklar,gençler,genç yaşlı pek çok  masum insan kaza kurşunu (Ne demekse) ile canını kaybediyor,yaşama veda ediyor.Düğünlerde,kazanılan bir maç sonrası galibiyet kutlamalarında,asker uğurlamalarında benim vatandaşım mutluluk ve coşkusunu rastgele çevresine ateş ederek gösterir.Tabii bunun doğal sonucu olarak da zavallı masum insanlarımız can veriyorlar.Bu nasıl bir mantıktır ki,benim mutluluğum başkalarının mutsuz olmasına,hayatların sönmesine yol açıyor.
Bu satırları kaleme alırken,televizyon haberlerinde spiker,Almanya ve Fransa’da Türk ailelerin oturduğu apartmanlarda yangınlar çıktığını ve bu yangınlarda ölenler olduğunu duyuruyordu.Bu  da yine sıklıkla yaşanan bir olay.Tamam,bazı faşist düşünceli Neo-Nazi fanatik Almanların da bu işlerde parmağı olduğu kesin;ancak bizim insanımızın da bu konuda ihmalleri aşikar.Niçin Almanların,Fransızların oturdukları evlerde bu kadar sıklıkla bu olaylar yaşanmıyor?
İnsanın aklına bazı sorular ister istemez takılıyor.Acaba araçların freni niye patlar? Bu olay neden sadece bizim ülkemizde yaşanmakta ve her yıl onlarca insanın ölmesine veya yaralanmasına neden olmakta? Sebebi gayet açık.Bizde araçların gereken bakımları zamanında ve gerektiği şekilde yapılmamakta.Hatta pek çok araç,bakım zamanı geldiğinde bakıma girmeden,girmiş gibi gösterilerek evrak düzenlenmekte.Sonuç ortada:Bir hiç uğruna yaşamlarını yitiren,sakat kalan insanlar.                 
   Maalesef ülkemizde her yıl pek çok insan,inanılmaz nedenlerle yok yere,pisi pisine canından oluyor,acılar yaşanıyor. Yaşanan bu ölümlerin nedenini düşünüyorum da aklım karışıyor,bir türlü işin içinden çıkamıyorum.Kural tanımazlık,adam sendecilik,kadercilik,aymazlık…
Geçenlerde evin ihtiyaçları için semtimizde pazartesi günleri kurulan pazara gitmiştim. Pazarda dolaşırken birden önüme çıkan uzun boylu  genç bir adam, elindeki kocaman bıçağı yüzüme doğru uzattı. Ben,şaşkın bir biçimde ne olduğunu anlamaya çalışırken,bıçağın ucundaki minik peyniri fark ettim.Adam,benim korktuğumu anlamış olacak ki,”Abi korkma,bu peyniri tadar mısın?” deyip bıçağı tekrar bana uzattı.  İşte benim insanım bu.
Bazı insanları,yaptıkları hatalarla ilgili olarak uyarmaya,bilgilendirmeye kalktığınızda alacağınız cevaplar üç aşağı,beş yukarı aynıdır: Bize bir şey olmaz abi,Acı patlıcanı kırağı çalmaz, Atın ölümü arpadan olsun…
Kutsal Ramazan ayında akşam vakti iftara yetişebilmek için aracını çılgınca süren insanlar bizim ülkemizde… Eski model aracının arka camına “Tek Rakibim THY” yazarak kendini uçak pilotu zanneden insanlar bizde… Aracına “Allah Korusun” yazıp her türlü kuralı ihlal eden ve kendisinin ve aracındakilerin canlarını Allah’a emanet eden insanlar da bizde…
Bizim insanımız kadercidir.Başına gelenleri “Takdir-i İlâhi” (Allah’ın takdiri) diyerek kabullenir.Halbuki yüce Allah,insanoğluna,diğer canlılardan farklı olarak “akıl” denilen nimeti vermiştir ki insanoğlu aklını kullanarak onun emaneti olan canını koruyabilsin.
Biz her zaman,”Bir başkadır benim memleketim” der,ülkemizle,insanlarımızla gurur duyarız.Ancak,ülkesini seven pek çok kişi gibi beni de rahatsız eden bu konuda duygularımı paylaşmak ihtiyacı duydum. Çünkü,”Her an başımıza acaba ne gelebilir?” diye düşünüp potansiyel bir kurban konumunda yaşamak hiç de kolay değil doğrusu. Ne zaman,nereden,nasıl geleceğini bilemediğimiz ölümün korkusu insanın içini karartıyor.Halbuki yaşamak,hayatın güzelliklerini sevdikleriyle paylaşmak ne kadar güzel!

7.2.13

Suriye dramı

-->
SURİYE  DRAMI
İki yılı aşkın bir süredir komşumuz Suriye’de iç karışıklık ve çatışmalar sürüyor.Buna savaş demeye dilim varmıyor. Savaşlar genellikle düzenli ordular arasında olur. Burada ise ordular arasında bir savaş söz konusu değil. İktidarı ellerinde bulunduran Beşar Esad yanlıları ile muhalifler kendi yurtlarında kendi kardeşleri ile çatışıyorlar. Rusya ve İran, Esad yanlılarını destekleyip onlara silah yardımı yaparken,öte yanda ABD , Fransa,İngiltere ise muhaliflerin yanında yer alıyorlar. Şu bir gerçek ki ortada beynelmilel emperyalist güçlerin çıkar çatışması var.Geçtiğimiz yıllarda Irak’ta ve Mısır’da Batılı sömürgeci devletler ve ABD’nin ortak çabalarıyla iktidarlar devrilmiş,pek çok insan canlarını kaybetmiş,atılan bombalarla şehirler harabeye dönmüştü. Bu ülkelerde değişen ne oldu? Halk huzura ve özgürlüğe kavuştu mu? Kesinlikle hayır. Yine karışıklık,yine çatışmalar,yine parçalanıp yok olan insanlar.  

Suriye’de insanlar tanklarla,uçaklardan atılan bombalarla,en modern silahlarla vahşice öldürülüyor. Şu ana kadar devam eden şiddet olaylarında ölenlerin sayısı 30 bini aşmış. Yangın,bir ülkeyi tamamen sarıyor,alevler her yanı kuşatıyor ve tüm insanlık,bu korkunç tablo karşısında aciz kalıyor.Demokrasi ve insan hakları Suriye’de ayaklar altına alınıyor. Göstermelik bazı barış çabaları da sonuç olumlu sonuç vermiyor.
Bir an için geçmişe dönüp,okullarda derslerde bize öğretilenleri hatırlıyorum. Birleşmiş Milletler teşkilatı,tüm dünyada milletler arasındaki anlaşmazlıkları sona erdiren,uluslar arası barışı sağlayan,insan haklarını her bağlamda koruyan bir kuruluş olarak bize tanıtılmıştı. Son yıllarda dünyada ve Suriye’de yaşananları gördükten sonra bize öğretilenlerin hepsinin yalan olduğunu bizzat yaşayarak anlıyorum.Suriye’de Birleşmiş Milletler ilkeleri ve uluslar arası yasalar hiçe sayılıyor.
Gün geçmiyor ki medyada Suriye’de yaşanan dramla ilgili görüntülerle karşılaşmayalım.Yakılıp yıkılan evlerinin enkazı arasında gözleri yaşlı,çaresiz biçimde yakınlarını arayanlar, yerde cansız yatan yavrusuna sarılıp ağlayan ana babalar,çukurlara atılmış cesetler,yıkılan yuvalar.Suriye ordusuna bağlı uçakların Halep Üniversitesine düzenlediği bombalı saldırıda,aralarında kadınların da bulunduğu 65 kişi yaşamını yitiriyor.200’e yakın kişi de yaralanıyor.Bir ilim yuvasında,okumaktan başka hiçbir amaçları olmayan gencecik insanlar hunharca katlediliyor. Halep’te 82 kişi, elleri arkadan bağlanarak idam edilip ırmağa atılıyor. Örnekleri çoğaltmak mümkün. Her gün bu olaylara yenileri ekleniyor.


Suriye’de yaşanan olayların hepsi içler acısı,hepsi beni çok derinden etkiliyor;ancak oradaki çocukların dramı dayanılacak gibi değil.Resmi kaynaklardan alınan bilgilere göre,olayların başladığı 18 Mart 2011 tarihinden bu yana yaşanan çatışmalarda 4360 çocuk öldürüldü.Çocuklar silah altına alınıp göz göre göre ölüme gönderiliyor,canlı kalkan olarak kullanılıyor,cinsel taciz ve işkenceye maruz bırakılıyor.Modern silahların hedefindeki zavallı çocukların,kadınların,yaşlıların günahı ne? Çocukların yüzlerindeki korku ve dehşeti görmek,insanın yüreğini parçalıyor. Halbuki onlar saf,onlar masum,onlar savaşın vahşetinden habersiz…Onlar aç,susuz,çıplak,çaresiz bir biçimde ağlaşırken, bazı egemen devletler Ortadoğu’da oluşturdukları kurtlar sofrasından ne kadar pay koparabileceklerini hesaplıyorlar.
Bu satırları kaleme alırken büyük usta Nazım Hikmet’in,Hiroşima’ya atılan atom bombası ile ilgili dizeleri hatırıma geliyor. Bugün yaşananlarla ne kadar benzeşiyor değil mi?

          Saçlarım tutuştu önce,
          Gözlerim yandı,kavruldu,
          Bir avuç kül oluverdim,
          Külüm havaya savruldu,
          Benim sizden kendim için
          Hiçbir şey istediğim yok,
          Şeker bile yiyemez ki
          Kağıt gibi yanan çocuk.
          Çalıyorum kapınızı,
          Teyze,amca bir imza ver,
          Çocuklar öldürülmesin,
          Şeker de yiyebilsinler…

       
  Suriye’deki çatışmalar nedeniyle ülkelerinden kaçan insanlar komşu ülkelere sığınıyorlar.Son verilere göre bu mültecilerin sayısı 500 bini aştı. Türkiye’ye sığınanlar ise 200 bin civarında. Can korkusuyla yuvalarını,kıymetli eşyalarını terk edip,yanlarına aldıkları birkaç giysi ve yiyecekleriyle ülkemize sığınan bu insanların günahı ne? Havaların soğumasıyla barındıkları çadırlarda çok zor şartlarda yaşam mücadelesi veren,kadın,erkek,yaşlı,çocuk bu insanlar açlık ve bulaşıcı hastalık tehlikesiyle karşı karşıya.Çocuklar, kuyruklarda titreşerek bir kap yemek için saatlerce bekleşiyorlar…

      Siz hiç çadırda yaşadınız mı? Çadır yaşamının zorluklarını bilir misiniz? Ben yaşadım.Henüz çocuktum.Karabük Yeşil Mahalle’de bahçe içinde bir evimiz vardı. Bir gün,aniden heyelan oldu. Evimizin önünden itibaren toprak kitlesi çok aşağıdaki dereye doğru kayarak bazı binaların yıkılmasına neden oldu.Hepimiz korku içindeydik.Bizim ev de her an bu afetten etkilenebilir,hepimizin yaşamı tehlikeye düşebilirdi.Kaymakamlık ve belediye yetkilileri, mahalle sakinleri olarak bizi Dereevler mahallesinde Kızılay tarafından kurulan çadırlara naklettiler.Biz,on kişilik aile,bize tahsis edilen iki çadıra taşıdığımız birkaç zorunlu eşyalarımızla yaşamaya (buna yaşam denirse) başladık.Geceleri yerde yatıyor,soğuktan üşüyorduk.Şartlar çok kötüydü ve her an bir bulaşıcı hastalığa yakalanabilirdik.Bu konuda fazla ayrıntıya girip sözü uzatmayacağım.Siz neler yaşadığımızı tahmin edersiniz sanırım.O kabus gibi günleri hatırladıkça içim ürperiyor ve şu andaki halimize şükrediyorum.Tehlike geçince tekrar evlerimize yerleştik.
Çadır yaşamını bizzat yaşamış bir kişi olarak Suriyeli mültecileri daha iyi anlıyorum.Onların yüzlerindeki çaresizliği,umutsuzluğu daha iyi okuyabiliyorum ve bazı kesimlerin,bu çaresiz insanlarla ilgili düşünce ve eleştirilerine çok üzülüyorum.Lütfen biraz empati kuralım.Yani kendimizi onların yerine koyalım.Allah korusun,ülkemizde çatışmalar çıkmış,evlerimiz barklarımız bombalanıp harap edilmiş.Yakınlarımızdan bazılarını kaybetmişiz.Ölüm korkusu içinde en yakın ülkeye sığınmışız.Oradaki insanlar,yetkililer bize sırtlarını dönseler,bizi kaderimizle baş başa bıraksalar ne düşünürüz? Lütfen,biraz gerçekçi olalım,”Düşmez kalkmaz bir Allah”diye bir atasözümüz vardır. İnşallah Allah,bize Suriyeli kardeşlerimizin yaşadıkları sıkıntıları yaşatmaz.Ha,onlar hata yapmaz mı,onların içinde kendilerine yapılan yardımları satıp çıkar sağlayan insanlar yok mudur? Tabii ki olabilir. Onların da kusurları,bencillikleri olabilir,ancak umutlarını büyük ölçüde yitirmiş bu insanların içinde bulundukları ruh hallerini çok iyi değerlendirip  onları kaderleriyle baş başa bırakmamalıyız . En önemlisi,çocukların,yaşlıların,hastaların hatırı için onlara sırtımızı dönmemeliyiz.İçinde bulundukları şartları düşünüp onlara yardım elimizi uzatmalıyız.İnsan onurunu ve insan yaşamını korumak zorundayız.
Ünlü İngiliz şairi John Donne,bir şiirinde ne güzel ifade etmiş:
Hiç kimse ıssız bir ada
Kendi başına bir bütün değildir.
Her insan ,kıtanın bir parçası,
Gövdenin bir bölümüdür.
Bir toprak parçasını alıp götürse deniz,
Küçülür Avrupa…
…………
Her insanın ölümüyle eksilirim ben,
Çünkü ben bir parçasıyım insanlığın;
Öyleyse asla sorma
“Çanlar kimin için çalıyor?” diye.
Çanlar senin için çalıyor.

İnsanların,kendilerini çevrelerinden soyutlayıp tek başlarına yaşamaları,çevrelerinde gelişen olaylara karşı duyarsız kalmaları düşünülemez.Sadece kendilerini düşünen,bencil,çevresine,toplumsal olaylara duyarsız insanların çoğunlukta olduğu toplumlar,manen yıkılmaya mahkumdur.Biz,şayet çevremizde yaşanan haksızlıklara, zulümlere aldırmayıp,”Bana dokunmayan yılan,bin yaşasın.” mantığıyla hareket ederek ,tepkisiz,umursamaz kişiler olursak,bir gün sıra bize de gelecektir.İşte o zaman,feryatlarımızı kimse duymayacak,yardımımıza kimse gelmeyecektir.

Ben bir siyasetbilimci değilim.Ülkeler arasındaki çıkar çatışmaları,Suriye’deki gelişmelerin perde arkasında neler olduğu konularında yorum yapma ehliyet ve deneyimine de sahip değilim.Ancak ,ben her şeyden önce bir insanım,bir babayım. Suriye’de insanlık onuru ayaklar altına alınırken,genç-yaşlı,çocuk,kadın günde ortalama 100 kişi hunharca öldürülürken ben, bir insan olarak bunlara karşı nasıl duyarsız kalabilirim?
Kendini savunma imkanı olmayan zavallılara karşı bu saldırılar daha ne kadar sürecek? İnanıyorum ki,Suriye’de yaşananlar,insanlık tarihine bir kara leke olarak kaydedilecektir.
Dünyanın neresinde olursa olsun,ister Arap,ister Kürt,ister sünnî,ister Alevî,etnik kökeni,inancı ne olursa olsun tüm insanlar özgür biçimde,mutlu ve huzurlu yaşama hakkına sahip olmalıdır.İnsan yaşamını ve insan onurunu korumak,insanlığa karşı işlenen tüm suçlara karşı durmak,haksızlıkları,ölümleri engellemek uygar insanların en önemli görevi olmalıdır. Toplumsal dayanışma sayesinde pek çok sorun çözülebilir ve insanlar, daha huzurlu ve yaşanabilir bir dünyayı kendi elleriyle kurarlar.

Not: Bu yazımın biraz iç karartıcı ve çok duygu yüklü olduğunun farkındayım:ancak siz de takdir edersiniz ki yazdıklarım,buzdağının sadece görünen kısmı. Orada yaşanan acılar ve gerçek,bu yazdıklarımdan çok daha çarpıcı. Bu yüzden,bu konudaki hassasiyetimi lütfen mazur görünüz. Aziz BİRİNCİ

27.1.13

YALAN VE YALANCILIK ÜZERİNE…

              İnsanoğlu yaratıldığından bu yana ,doğası gereği yaşamının her evresinde yalana başvurmuştur. Hazreti Âdem’den bu yana yalan,insanların yaşamında var olmuş ve bundan böyle de var olacaktır. 

              İnsanlar,yaşamları boyunca yapmış oldukları hataları,işledikleri suçları bir türlü kabullenemeyip, bu davranışlarından dolayı özür dilemek yerine  kendilerini mazur göstermek için birtakım yalanlar uydurma yolunu seçiyorlar.Kendi kusurlarını görmek istemeyen,kendini olduğundan farklı ,olmayı hayal ettiği şekilde göstermek isteyen bu kişiler,belki söyledikleri yalanlarla karşılarındakileri kandırıp işin içinden sıyrılmayı başarabiliyorlar ancak,vicdanlarıyla baş başa kaldıklarında huzur içinde,gönül rahatlığıyla yastığa baş koyabiliyorlar mı?

              Çocukluğumuzda okuduğumuz masal kahramanlarından Pinokyo’nun, her yalan söylediğinde burnunun uzaması,her ne kadar bizde “Yalancılık kötüdür” imajını yaratsa da maalesef çocukların yalan söyleme alışkanlığının önüne geçememiştir.Çünkü yalan söylemenin ,insanın doğasında var olan ve önüne geçilemeyecek bir olgu olduğunu düşünüyorum. Masaldaki hayali yaratık Pinokyo’nun başına gelenler günümüzde gerçek olsa, sanıyorum burnu kısa ve normal hiçbir insan kalmaz,herkesin burnu acayip uzar .

               Çocuklar,daha pek minikken yalana başvurduklarında olumlu sonuç alıyorlarsa bu , onlarda giderek alışkanlık haline dönüşmeye başlar. Ailede anne,baba veya diğer büyüklerin yalan söylemesi halinde,büyüklerini rol model alan çocukların da yalana başvurmaları kaçınılmaz olacaktır.

               Biricik torunum Zeynep Ada’nın da zaman zaman bu yola başvurduğunu gözledim.Uyku vakti geldiğinde onu uyuması için yatağına koyduğumda hemen hüngür hüngür ağlamaya başlıyordu. Ancak, dikkatle yüzüne baktığımda gözlerinde hiç yaş olmadığını görüyordum. Ağlamasına dayanamayıp onu tekrar kucağıma aldığımda hemen mutlu mutlu gülümsüyordu. Bizden bir şey isteyip de vermediğimiz zaman yine o yalancı ağlama krizlerine tutuluyor,isteğini yerine getirdiğimizde ise hemen susuyordu. Onun bu numarasını annesi ve babasıyla sezip ağlamasına aldırmadığımızda,o artık amacına erişemeyeceğini anlayıp bizim isteğimizi yerine getiriyordu.Bence çocukların bu psikolojik durumunu her ebeveynin çok iyi gözlemesi ve buna göre tavır alması yararlı olur.

                Ben,yalan söylemenin sadece insanlara has bir olgu olduğunu düşünürken geçenlerde internette gördüğüm bir araştırma sonucu beni çok şaşırttı. Bu araştırmaya göre,Amerika’da doğan ve işaret diliyle yüzlerce kelime öğrenip konuşabilen dişi goril Koko bile başı sıkıştığında yalana başvurmuş.”Musluğu kim kırdı?” sorusuna yanındaki kedi yavrusunu işaret ederek: “Bu kırdı.” diye cevap vermiş.Masallarımızın kurnaz kahramanı tilki de aptal kargaya övgüler düzerek yalanlarıyla onu kandırıp amacına ulaşıyor. Günümüzde kurnaz tilki benzeri uyanık insanlar,insanların saflığından yararlanıp onları yalanlarıyla aldatarak çıkar sağlıyorlar.

                Bazen çok gerilere ,kendi çocukluk dönemimize gidiyorum.Biz de henüz küçük bir çocukken, kendi çıkarımız söz konusu olunca anne ve babamıza,çevremizdekilere yalan söylerdik. Ben,okuldan gelir gelmez sokağa,arkadaşlarımla oynamaya gitmek istediğim zaman,annem karnımın aç olup olmadığını sorduğunda,karnım çok aç olduğu halde tok olduğunu söylerdim. Annem, “ödevlerini yaptın mı?” diye sorduğunda,henüz yapmadığım halde, “Yaptım.” diye cevap verirdim.O gün canım ders çalışmak istemiyorsa “Bugün başım çok ağrıyor,hastayım.”diyerek kendimce bir kaçış yolu bulabilirdim.Akşam yatarken: ”Dişini fırçaladın mı?”,cevap hazır:“Evet”. Bu örnekleri çoğaltmak mümkün.Bunun, çocukluk yıllarında pek çok kişide sıklıkla görülen ve çok fazla yadırganmayan bir durum olduğunu,ancak giderek daha büyük yalanlar için altyapı oluşturduğunu düşünüyorum. 

                Yalanın,insanoğlunun yaratılmasından bu yana var olduğunu söylemiştim;ancak geçmişten günümüze yalanın tüm toplumlarda giderek daha yaygın ve sık olarak görüldüğünü söyleyebilirim.Bilim ve teknolojinin hızla gelişip değiştiği çağımızda insanoğlu daha muhteris,daha bencil,daha çıkarcı olmuş ve adeta maddi değerlerin esiri haline gelmiştir.İstediklerini elde etmek,daha zengin olmak,kısa sürede ilerleyip rakiplerini geride bırakmak tutkusu,insanoğlunu ister istemez yalan söylemeye yönlendiriyor,onu daha hırslı ve kural tanımaz hale getiriyor.Tabii bu arada bazı manevi değerlerin,inançların da giderek aşınıp yok olmaya başladığını  göz ardı etmemek gerek.

                Geçmişten günümüze toplumları temelinden sarsan ,insanlar arasında kin ve nefret duygularını arttıran yalan söyleme illeti,tüm kutsal dinlerde olduğu gibi dinimizce de en büyük günahlardan sayılmış ve insanların bu kötü huydan uzak durmaları,doğruluktan ayrılmamaları öğütlenmiştir.Yüce Allah,Kur’ân-ı Kerim’inde üç yüzü aşkın âyette yalandan kaçınılmasını emrediyor. Peygamberimiz de hadislerinde bizlere,yapacağımız işlerde ve söyleyeceğimiz sözlerde doğruluktan ayrılmamamızı öğütleyerek, ”Yalancılık,yoldan çıkmaya sürükler; kişi yalancılığı meslek edinince Allah katında “Çok yalancı” (kezzab) diye anılır” diye buyurmuştur.

                Yalan ve yalancılık, günlük yaşamımızda çok sık karşılaştığımız bir olgu. ABD’de yapılan bir araştırmaya göre insanların günde en az üç kere yalan söylediği ortaya çıkmış.Artık,atalarımızın dediği gibi yalancının mumu yatsıya kadar yanmıyor.Çok daha uzun süre yanıyor;hatta çoğu kez hiç sönmüyor. Çünkü, günümüzde artık yalan ve yalancı,eskiden olduğu kadar yadırganmıyor.Hatta beğenilip takdir ediliyor. Bir kişi söylediği yalanlar,yaptığı kurnazlıklar ve hileler sayesinde maddi ve manevi açıdan yükselmişse kimse onu kınamıyor,hatta “Ne uyanık adam,işini bileceksin kardeşim,fırsatları değerlendireceksin.” denerek örnek gösteriliyor ve o kişiden övgüyle söz ediliyor. Amiyane tabiriyle,”Köşedönücülük,aldatıcılık: in; doğruluk,dürüstlük: out olmuş.

                 Dinimize göre bir Müslüman’ın , sattığı malın bazı kusurları olduğunu bildiği halde onu satması haramdır.Bu satıcı,malını kusursuzmuş gibi gösterirse yalan söylemiş olur.Ancak,günümüzde bu ilkenin hiçbir geçerliliği kalmamıştır.Büyük alışveriş merkezleri,süpermarketler,satış mağazaları eleman alırlarken,kişilerin doğru sözlülüğüne,dürüstlüğüne değil,satacağı malı allayıp pullayarak karşısındaki müşteriyi ikna kabiliyetine, laf ebeliğine değer vererek işe alıyorlar. Aksi halde yukarıdaki becerilerden yoksun,saf bir kişinin işe alınması söz konusu olamaz. Söz buraya gelmişken şu önemli hususu zikretmeden geçemeyeceğim. Eskiden bir kişi için “Çok saf bir insandır.” dendiği zaman, onun doğruluğu,güvenilirliği akla gelirdi.Yani saflık,bir insan için olumlu bir değerlendirme,bir erdem idi. Şimdilerde ise saflık;aptallık ve alıklıkla eşdeğerde. Bu da giderek bazı değerlerimizi nasıl yitirdiğimizin kanıtı olarak değerlendirilebilir.

                 Geçenlerde reçete yazdırmak için yakınımızdaki aile hekimliğine gitmiştim.Salonda sıramın gelmesini beklerken,sekreter hanımın,önündeki bilgisayarda bir televizyon dizisini izlediğini fark ettim.Bu duruma hiç şaşırmadım desem yanlış söylemiş olmam.Çünkü bu ve benzeri görüntülerle her devlet dairesinde karşılaşmanız mümkün.Eminim ki o sekreter hanım akşam eve gittiğinde eşine ve çevresindekilere o gün çok çalışıp yorgun düştüğünü anlatacaktır. Örnekleri çoğaltabiliriz. Mesela,akşam birlikte olduğu arkadaşlarına sevgilileriyle yaşadığı aşkları ballandıra ballandıra anlatan genç bir adamın,evine gittiğinde eşine sarılarak: ”Canım benim,biricik aşkım!” sözleriyle sırnaşması ne derece inandırıcı olabilir?  Katıldığı bir eğlenceden gecenin geç saatlerinde dönen bir kişi ,sabah uyanamayıp işe geç kaldığında, yöneticilerine gerçeği söylese büyük sorunlar yaşayabilir. Bu yüzden bir yalan uydurmak zorunda kalıyor.

                  Dünyada en çok kullanıcıya sahip olan sosyal paylaşım sitesi facebook da konumuzun ilginç örneklerinden biri. Benim henüz üye olmadığım bu siteye üye olanlar,kendilerini hiçbir zaman oldukları gibi göstermiyorlar ve  kendilerinin hep olumlu yönlerini,başarılarını ön plana çıkarıyorlar. Eksik yönlerini, kusurlarını gizleyen bu kişilere güvenebilir misiniz?

                 Yazıma başlarken, konunun bu kadar uzayacağını doğrusu tahmin etmemiştim. Aslında bu konuda daha çok şeyler yazabilir,pek çok örnek verebilirdim. Ancak,okuyucularımın zamanlarını daha fazla meşgul etmemek ve sabırlarını taşırmamak amacıyla burada sonlandırmak istiyorum.İnsanların iyiliğine,hayrına vesile olacak,savaşları sonlandıracak,dargınları barıştıracak,eşlerin arasını bulmaya vesile olacak yalanlar hoş karşılanabilir,diye düşünüyorum. Herkese mümkün olduğunca yalanlardan ve yalancılardan uzak günler diliyorum.