14.2.15

Kel alaka

KEL  ALÂKA ?

Son zamanlarda ben mi çok asabi ve hassas bir insan oldum, yoksa birbirinden ilginç ve ürkütücü olaylar  mı peş peşe geliyor, anlamakta zorlanıyorum. Bu yazımı okuyunca bana hak mı vereceksiniz, yoksa beni eleştirecek misiniz, bilmiyorum.

“Okul Sütü Programı” nı tanıtmak amacıyla Edirne valisi Dursun Ali Şahin, Şükrü Paşa İlkokulu’nu ziyaret ediyor. Yanındaki heyetle birinci sınıf öğrencilerinin bulunduğu sınıfa giren Vali Bey, bazı öğrencilerin ayağa kalkmaması üzerine otoriter bir sesle “ Haydi bakalım ayağa kalkalım!” diyerek onları uyarıyor ve “ Bir büyük geldiğinde veya anne babanız eve girdiğinde hemen ayağa kalkıp hatırını sormak gerekir.” nasihatinde bulunuyor. Bu arada yanındakilerden biri ön sırada oturmakta olan bir öğrenciyi kolundan tutup ayağa kaldırıyor. Çocuk, ne olduğunu kavrayamadığı için korkulu gözlerle çevresine bakıyor. Vali, öğrencilere uzun uzun sütün yararlarını açıkladıktan sonra tahtaya Osmanlıca “ Bugünkü programımız  sağlık için süt. Dursun Ali Şahin” yazıyor.

     Görüntüleri izlerken bir tuhaf oldum. Gülsem mi, ağlasam mı, diye düşündüm. Bir an için çocukluk günlerime, Karabük Demir-Çelik Ortaokulu’na döndüm. Bir gün çok hasta olduğum halde okula gitmiştim. En ön sırada oturuyordum. Teneffüse çıkmamış, başımı ellerimin arasına alıp masaya dayamıştım. Bu sırada ders zilinin çalıp öğretmenin sınıfa girdiğini fark etmemişim. İri yarı, güçlü kuvvetli erkek öğretmen, benim ayağa kalkmadığımı görüp “ Ben sınıfa girince sen nasıl ayağa kalkmazsın?” diyerek iki yanağıma okkalı birer tokat atmıştı. O anda içimde bir şeylerin koptuğunu hissettim ve o anı hayatım boyunca hiç unutmadım. Bu nasıl bir disiplin anlayışıydı? Öğrencilerine anne- baba şefkati ile yaklaşması gereken bir eğitimcinin bu davranışı benim ruhumda çok büyük yaralar açmıştı.

       Bu valinin girdiği sınıftaki öğrenciler henüz 5-6 yaşlarında minik yavrucaklar. Öğretmenlerin şefkatli kollarında eğitilmek üzere okula gönderilmişler. Bu çocuklar henüz büyükleri ayağa kalkarak karşılamanın bir saygı göstergesi olduğunu kavrayamayacak kadar küçükler. Birtakım disiplin
kurallarını onlara dayatarak, zorla öğretemezsiniz.

     Bizim kültürümüzde büyükleri, misafirleri ayakta karşılamak ve uğurlamak bir saygı göstergesidir. Ancak, özellikle son dönemlerde artık çocuklar ve gençlerin bu ve benzeri adab-ı muaşeret kurallarına pek aldırmadıkları görülmekte. Bazen dar bir sokakta yürürken,ben kenara çekilerek karşıdan gelen gençlere yer vermek zorunda kalıyorum. Ailede eşlerin bile birbirlerine karşı çok incitici sözler söylediklerini, sert ve kırıcı davrandıklarını biliyoruz. Evde her türlü kaba davranışı sergileyen, eşine şiddet uygulayan, hakaret eden bir büyüğün, çocuklarından saygı ve sevgi beklemesi ne ölçüde inandırıcı olur.

     Vali Bey’in tahtaya Osmanlıca yazı yazmasına gelince, doğrusu bunun nedenini anlayabilmiş değilim. Acaba ne amaçla öğrencilerin hiç tanımadıkları, bilmedikleri harflerle bir şeyler yazma ihtiyacı hissetti? Kimlere hangi mesajları iletmek istedi?

     Bir an için düşündüm. Ben de Osmanlıca’yı gayet iyi biliyorum. Üniversitedeki Fransız öğrencilerime Türk Dili dersi verirken tahtaya Osmanlıca bazı cümleler yazsam acaba ne yaparlar Yazdıklarıma Fransız kalıp “ Kel alâka?" diye mi düşünürler?

    Özellikle belli bir eğitim almış, hatırı sayılır yüksek makamlara erişmiş kişiler, toplum içindeki söz ve davranışlarına çok dikkat etmeli ve özen göstermelidirler. Aksi takdirde acınacak durumlara düşerler.


11.2.15

İtibarımız Göklerde


İTİBARIMIZ ARTIYOR !...


Uzun süredir sosyal medyada, siyasetçiler, meslek kuruluşları, üniversiteler ve kamuoyunun gündeminde olan ve daha uzun bir süre de tartışılmaya devam edeceği anlaşılan “itibar” konusunu ele almayı düşünüyordum; kısmet bugüneymiş.

Aslı Arapça olan ve Türk Dil Kurumu sözlüğünde “Saygı görme, güvenilir olma durumu, "saygınlık.” şeklinde tanımlanan itibar sözcüğünün, kişiler ve toplumlar için ne derece önemli olduğu herkesin malumudur. Özellikle uluslar arası ilişkilerde ülkelerin itibarları büyük önem arz etmekte. Ülkelerin devlet adamları, siyasetçiler, tüm kurumlar ve bireyler, devletin uluslar arası düzeyde saygınlığının artması için büyük çabalar sarf etmek zorundadırlar. Çünkü itibarınız ne kadar yüksekse diğer ülkeler ve uluslar arası kuruluşlarca o ölçüde desteklenirsiniz. Saygınlığı olmayan, güvenilmeyen bir ülke, uluslar arası camiadan hiçbir destek görmeden kendi sorunlarıyla baş başa kalmaya ve giderek yok olmaya mahkumdur.

Ülkelerin itibarlarının artması için en belirgin hususlar şöylece özetlenebilir: Ekonomik büyüme, ortalama yaşam süresinin artması, kişi başına düşen yıllık gelirin yükselmesi, kişiler arasında dengeli gelir dağılımının sağlanması, hukukun üstünlüğü, insan hakları, demokrasi ve çağdaşlığa önem verilmesi, işsizliğin asgari düzeye indirgenmesi, toplumun yaşam kalitesinin artması, eğitim düzeyinin en üst düzeye çıkması, insanların can ve mal güvenliğinin sağlanması gibi faktörler ilk akla gelenler. Tabii bir ülkenin itibarının yükselmesinde o ülke insanlarınca gerçekleştirilen bilimsel ve teknolojik yenilikler, icatlar, sanatsal ve sportif etkinlikler ve bu alandaki uluslar arası başarılar da çok büyük katkıda bulunmakta. Dikkat ederseniz yukarıda saydıklarım arasında yüksek katlı binalar, saraylar, lüks ve gösterişli otomobiller bulunmamakta.

Başkent Ankara’da Atatürk Orman Çiftliği arazisinde 2012 yılında inşasına başlanan Cumhurbaşkanlığı Sarayı ile ilgili tartışmalar hız kesmeden devam etmekte. “Ak Saray“ olarak da adlandırılan bu yapının 1 milyar 370 milyon TL.ye mal olacağı bizzat maliye bakanı tarafından açıklandı. Bu rakamın iki milyar TL.yi aşacağı tahmin edilmekte. Bizzat cumhurbaşkanı ve hükümet yetkilileri, bu sarayın uluslar arası camiada ülkemizin itibarını arttıracağını, yeni Türkiye imajına katkı sağlayacağını her fırsatta dile getirmekte.

Saraylar, göğe erişen çok katlı, süslü ve gösterişli yapılar, lüks uçak ve otomobiller, bir ülkenin gelişmişlik düzeyinin göstergesi olamazlar. Gösterişin, şatafatın bir ülkeye itibar kazandırdığı nerede görülmüş? Şayet böyle olsaydı dünyanın en büyük alışveriş merkezleri, lüks oteller, plazalar ve gökyüzüne erişen çok yüksek binalara sahip olan Dubai de çok itibarlı bir yer olurdu.

Bir ülke düşünün: 2014 yılında asgari ücret 891 TL., nüfusun %10’undan fazlası açlık sınırının altında yaşam mücadelesi veriyor, dış borç toplamı 401.7 milyar dolar, 2014 yılı sonunda emekli maaşlarına yapılan zam 24.80 TL., yılda ortalama 1200 işçi iş kazalarında can vermekte. ( birileri yerin altında, karanlık dehlizlerde üç kuruş ekmek parası uğruna kazma sallarken can veriyor, birileri de göğün doruklarına erişen lüks binalarda doymayan nefislerini köreltiyor.) Bir yanda aç karnını doyurmak için restorandaki müşterilerin artığı patatesleri çalan çocuklar dayak yerken, öte yanda birileri lüks teknelerinde, villalarında sultanlar gibi zevk ve safa sürüyor, semt pazarlarında genellikle akşam saatlerinde çöpe atılan yiyecekleri toplayan yoksul ve çaresiz insanlar, Taksim’de soğuk kış gününde otobüsün egzozuna sarılarak ısınmaya çalışan kızın görüntüleri, Ermenek’te can veren madenci babası Recep Amca’nın yırtık lastik ayakkabıları. Bunlar ekonomik sorunlara örnekler.


Örnekleri çoğaltmamız mümkün. Bu ülkede yılda ortalama 1500 kişi öldürülüyor. Her altı saatte bir cinayet işleniyor. Yılda 500 bini aşkın gasp ve hırsızlık olayı görülmekte. Her gün iletişim organlarında kadınlara yönelik şiddet, çocuk tacizleri, töre cinayetleri, çocuk yaşlarda evlilik haberleri eksik olmuyor. Bu ülke insanlarının çoğu gelecek endişesi içinde umutsuz, bezgin ve karamsar. Bununla bağlantılı olarak giderek artan kötü alışkanlıklar, uyuşturucu bağımlılığı, toplumsal yozlaşma … Sokaklarda, trafikte insanlar barut fıçısı gibi, dokunsan patlamaya hazır. Bu ülke yıllardır AB’ye girmek için çaba sarf etmekte. Letonya, Hırvatistan, Litvanya bile AB’ye kabul edilmiş, fakat henüz bu ülke için hiçbir umut ışığı görülmüyor. Ülkenin vatandaşlarına yurt dışı seyahatlerinde vize uygulamayan devlet yok denecek kadar az. Bu satırları kaleme alırken bir an için “ Acaba biraz abarttım mı, fazla karamsar mı düşünüyorum?” soruları aklıma geldi. Fakat yukarıdaki örnekler Türkiye’de herkesin bizzat yaşayıp şahit olduğu, hiçbir kuşkuya ve itiraza yol açmayacak somut gerçekler.

Bu satırları yazarken televizyondaki haber ve görüntüler yüreğimi sızlattı. Bir devlet hastanemizin çocuk servisinde bir küçük odada 6 hasta çocuk ve onların anneleri yerdeki yataklarda perişan bir halde sıkış tıkış yatıyorlar. Hastanelerimizin durumu içler acısı. Hasta yakınları perişan, doktorlar ve sağlık çalışanları çaresiz. Bizzat biz bu çileyi on gün kadar önce hasta dayımızı yatırdığımız hastanede yaşadık. Kartal Lütfi Kırdar hastanesine kaldırılan dayımıza acil serviste keşmekeş içinde gerekli tetkik ve tahliller yapıldıktan sonra hastanın yoğun bakıma alınması gerektiği, ancak hastanede yoğun bakım servisinde yer olmadığı için diğer hastaneleri araştırdıklarını söylediler. Anadolu yakasındaki hiçbir hastanede yer bulunmadığı için Avrupa yakasında Yenibosna’daki Safa hastanesinin yoğun bakım servisine hastayı götürmemiz gerektiğini belirttiler. Saatlerce ambulans bekledikten sonra nihayet gece yarısı hastamızı o hastaneye götürebildik. Ancak, maalesef dayımızı ertesi sabah kaybettik. Acaba 1000 odalı, gösterişli, şatafatlı saraylara milyon dolarlar harcamak yerine zavallı yoksul insanlarımızın hastaları için daha donanımlı, her türlü imkâna sahip hastaneler yapılsa daha iyi olmaz mı?

Çağımızda iletişim alanındaki gelişmeler, internet, sosyal medya sayesinde “uluslar arası itibar” kavramı büyük önem kazandı. Artık insanlar, gelişmiş iletişim araçları sayesinde dünyanın en ücra köşelerinde yaşanan bilimsel ve teknolojik gelişmeler, siyasi ve sosyal olaylar, sanatsal faaliyetler, çalışmalar hakkında anında bilgi sahibi olabiliyor. Bunun sonucunda da o ülkelerin itibarları, saygınlığı hakkında olumlu veya olumsuz kanaatler oluşuyor. Nitekim internette ve medyada izlediğimiz Fransa’daki saldırılar, Işid’in Irak ve Suriye’deki katliamları maalesef Müslüman ülkelerin ve Müslüman toplumların dünya çapında büyük bir itibar kaybına uğramalarına neden olmuştur.

Ülkemizde yaşanan gelişmeler de Dünya kamuoyu, basın ve yayın organlarınca dikkatle takip edilmekte ve değerlendirmeler, yorumlar yapılmakta. Dünyaca ünlü basın yayın organları, yeni cumhurbaşkanlığı sarayını, maliyetinin yüksekliği ve inşaat sürecindeki hukuksuzluklar nedeniyle eleştirerek bunların hepsinin tek bir adamın çok büyük ihtiraslarına hizmet etmek için yapıldığını ifade ediyorlar. Ak saray’ı , Amerikan başkanının Beyaz Sarayı, İngiltere kraliçesinin Buckingam Sarayı, Rusya başkanının Kremlin’i ve Fransız cumhurbaşkanının konutu ile kıyaslayıp bunların hepsinden büyük ve gösterişli olduğunu belirtiyorlar.

Kırk beş yılı aşkın bir süredir ülkemin gençlerinin eğitimi için çeşitli kademelerde hizmet veren, çaba sarf eden bir eğitimci olarak, tabii ki itibarımızın dünya çapında artmasını isterim. Bununla büyük mutluluk ve gurur duyarım. Ancak, yukarıda da belirttiğim gibi, gösterişli ve şaşaalı yapılarla bir ülkenin saygınlığının artacağına inanmıyorum. Geçmişten günümüze Türk milletinin tarihi, kültürel, sosyolojik gelişmelerini araştırıp bu konuda fikir sahibi olan herkesin bu konuda bana hak vereceğine inanıyorum.



Aziz Birinci


4.2.15

Müslümanlık nerede, bizden geçmiş insanlık bile...


MÜSLÜMANLIK NEREDE , BİZDEN GEÇMİŞ İNSANLIK BİLE…


Türkçe sözlüklerde “ Dinine kuvvetle bağlı olup, dinin emir ve yasaklarına  titizlikle uyan kimse, mütedeyyin.” şeklinde tanımlanan “Dindar” sözcüğü, çok eski devirlerden günümüze dek farklı yorumlanmıştır.

Günümüzde sözleri,kılık kıyafetleri ve davranışlarıyla çevrelerinde dindar ve inançlı olduğu imajını yaratan bazı iki yüzlü insanların, İslâmiyet’e, Allah’a, Peygambere, Kur’an-ı Kerim’e yürekten inanan pek çok Müslümanın saf ve temiz duygularını sömürdüklerini , onları kendi çıkarları doğrultusunda yönlendirdiklerini görmekteyiz. Gerçi, geçmişten günümüze  her dönemde saf ve masum insanlar, dindarlıkla ilgisi olmayan birtakım çıkarcı insanlar tarafından sömürülmüşlerdir. Fakat son dönemlerde bu durum o kadar sıklıkla yaşanmaktadır ki, artık kimin gerçek anlamda dindar, kimin dinî değerleri kullanarak kişisel çıkar elde etmeye çalışan kişi olduğu konusunda insanın kafası karışmakta. İşin en ürkütücü yanı da dindarlık algısının halkın nazarında değer yitirmesi. Günümüzde bazıları kendilerini Allah’ın en sevgili kulu olarak görüp çevrelerine kendilerini böyle lanse ediyorlar. Çevresinde dindar ve inançlı olduğu imajını yaratarak  belli makamlara gelmiş, mal ve para sahibi olmuş bu gibi insanların içinde bulundukları ruh hali çok dikkat çekicidir. Bu insanların gözlerini makam, mevki, maddi menfaat hırsı bürümüş, kendilerini âdeta halkın üzerinde olağanüstü bir varlık olarak görmekteler. Kendilerine rakip olarak gördükleri insanları aşağılamayı, onlara kin besleyerek nefret söylemleriyle saldırmaları gerçek dindarlıkla bağdaşmaz. Gerçek dindarlık, öncelikle kendimize,tüm insanlara ve kainattaki tüm yaratıklara karşı dürüst ve hoşgörülü olmaktır. Dindar olan, Allah’a ve onun emirlerine gönülden itaat eden kişi alçakgönüllü olur. Kimseyi hor görmez, aşağılamaz. Kendini her şeyden üstün, erişilmez bir varlık olarak görmez. Yine şeklen Müslüman görünen, Allah’ın adını dilinden düşürmeyen bazı yalaka insanlar da kişisel çıkar ve beklentileri ile bu gibi kişilerin elini eteğini öpmekte, ikiyüzlülük simgesi olmaktadırlar.

    Son günlerde televizyon ekranlarında , kendilerini Müslüman olarak tanıtan bir terör örgütünün İslam coğrafyasında yaptığı insanlık dışı katliamları, tecavüzleri dehşetle izlemekteyiz. Elindeki silahla Allah’ın verdiği canı insafsızca alırken bile “Allahü Ekber” diyecek kadar insanlıktan, Müslümanlıktan nasibini almamış bu yaratıkların din ile dindarlıkla ne gibi bağlantıları olabilir? Nitekim, Kur’an-ı Kerim’in Bakara suresinde bu gibi kişiler hakkında : “İnsanlardan öyleleri vardır ki, Biz Allah’a ve ahiret gününe iman ettik, derler; oysa inanmış değillerdir.(sözde) Allah’ı ve iman edenleri aldatırlar. Oysa onlar yalnızca kendilerini aldatıyorlar ve şuurunda değiller. Kalplerinde hastalık vardır. Allah da hastalıklarını arttırmıştır. Yalan söylemekte olduklarından dolayı onlar için acı bir azap vardır.” denmektedir. Bu kişiler gerçekten Allah’a iman etmiş olsalar, kendilerini sorgular ve böyle davranışlara yönelmezler.

     Toplumumuzda, dindar insanların daha güzel ahlaklı, daha dürüst ve güvenilir olduklarına, namazında niyazında olanların da Allah’tan korkarak haksızlık ve yolsuzluklardan uzak durduklarına inanılırdı. Ancak, dindarların toplumdaki bu algısı giderek değişmekte ve dindarlık, dinî ve manevî değerlerin kişisel çıkarlar uğruna bir araç olarak kullanıldığı konuma indirgenmektedir. Birileri, seçim meydanlarında  dindarlık kisvesine bürünüp din, iman, Allah diyerek saf ve inançlı insanları aldatıp oy topluyorlar.

    Bir insanın ağzından her fırsatta Allah, Peygamber, Kur’an gibi sözlerin dökülmesi, giydiği İslami kıyafetler, başörtüsü, sakalı onun gerçek bir dindar olduğunun göstergesi olamaz. Ben, bugüne dek İslami değerlere, Allah’a, Kur’an-ı Kerim’e inanmış, bilinçli bir şekilde inceleyip, güzelliklerini keşfetmiş birçok insan tanıdım. Tüm canlılara karşı çok hoşgörülü ve sevgi dolu, alçak gönüllü olan bu kişiler, hiçbir zaman dini değerlerini ön plana çıkarmamış, kendilerini aşırı dindar olarak göstermeye çalışmamış, büyük bir tevazu ile çevresindekileri sevgi çemberine dahil etmişlerdir. Onları yakından tanıdıkça , bu hasletleri görüp onlara daha çok bağlanıyor ve hayranlık duyuyor insan.

   Tanzimat döneminin ünlü sanatçısı Ziya Paşa, bir şiirinde ” Âyinesi iştir kişinin lafa bakılmaz.” diyerek, kişinin sözlerinin değil, yaptığı işlerin önemli olduğunu vurgulamakta. Gerçekten biz de bir kişi hakkında hüküm verirken, onun sözlerini ve dış görünüşünü değil, yaptıklarını dikkate almalıyız. Bazı dini figürleri kullanarak kendilerini dindar olarak tanıtan ve insanların manevi duygularını sömüren kişileri tanıyıp onlardan uzak durmalıyız. Peygamberimiz Hazreti Muhammed’in belirttiği üzere “Dilinden ve elinden Müslümanların emniyette olduğu kimse” olmaya çalışmalıyız.


Aziz Birinci
Şubat 2015

22.7.14

Ağlama anam ağlama



AĞLAMA  ANAM  AĞLAMA

     Mübarek Ramazan ayının son günlerindeyiz. Ancak, bir süredir basın ve yayın kuruluşlarında izlediğimiz haberler bizi çok üzüyor. İftar vakti duamızı edip orucumuzu açarken televizyon haberlerindeki görüntüler , insanın kanını donduruyor. Lokmalar boğazımızda düğümleniyor.  İsrailin on gün önce Filistin’e , Gazze’ye başlattığı soykırım harekatı tüm hızıyla sürmekte. Kadın, erkek, çocuk, genç, yaşlı demeden, elinde kendini savunacak hiçbir silah bulunmayan yüzlerce insan vahşice katledilmekte. Deniz kıyısında oynayan çocuklar, ki oynamak, gökyüzünün enginliklerinde uçurtma uçurtmak onların en doğal hakkı, ama maalesef insanlıktan nasibini almamış yaratıkların silahlarıyla, tank ve toplarıyla yaşamlarının henüz başında öldürülüyorlar. Kucaklarında yavrularının cansız bedenleri ile ağlayan, haykıran analar ve babalar… Yıkılan, dağılan, yok olan yuvalar, yitirilen umutlar…

    Batılı egemen güçlerin “Arap Baharı” adını verdikleri ortadoğuda , baharı bir yana bırakın , yaşam cehenneme dönmüş durumda. Avrupa Topluluğu, ABD, İngiltere, Fransa, Almanya gibi egemen devletler ise bu vahşet karşısında suskunluklarını korumakta veya bunu İsrail’in kendini savunma hakkı olarak mazur göstermeye çalışmakta. Bu nasıl bir insanlık anlayışı, bu nasıl bir dünya barışı hayalidir? İnsanın aklı hayali almıyor. Siz bundan sonra insan hakları , uluslararası barış konularında  uyduracağınız palavralarla kimleri kandıracaksınız?

     İşin en acı ve yürek burkan tarafı da , yanıbaşlarında yüzlerce Müslüman hunharca öldürülürken İslâm âleminden bu vahşete hiçbir tepki verilmiyor. Âdeta gözleri ve gönülleri mühürlenmiş , dünya ile alâkalarını kesmişler. Aslında önemli olan , Müslüman olmak, Arap olmak , Avrupalı veya Amerikalı olmak değil, önemli olan insan olmak , insani duygular taşımaktır. İnsan olmak , haksızlıklara , zulümlere , kadın , çocuk tüm masum insanların katledilmesine karşı çıkmayı gerektirir.
Ünlü İngiliz şairi John Donne , bir şiirinde insan olmanın bize yüklediği sorumlulukları ne güzel ifade etmiş:


Hiç kimse ıssız bir ada
Kendi başına bir bütün değildir.
Her insan ,kıtanın bir parçası,
Gövdenin bir bölümüdür.
Bir toprak parçasını alıp götürse deniz,
Küçülür Avrupa…
…………
Her insanın ölümüyle eksilirim ben,
Çünkü ben bir parçasıyım insanlığın;
Öyleyse asla sorma
“Çanlar kimin için çalıyor?” diye.
Çanlar senin için çalıyor.
  


       Biz, eğitimciler olarak her zaman gençlere, öğrencilerimize , din, dil, ırk, renk farkı gözetmeksizin tüm insanların yaşam haklarına saygı gösterilmesi gerektiğini aşılamaya çalıştık. Ancak, dünyada son yıllarda yaşanan insan hakları ihlalleri, özellikle Filistin’de uygulanan  insanlık dışı soykırım, bizim inandırıcılığımıza maalesef büyük ölçüde darbe vurdu. Öğrencilerim, haklı olarak bana : “ Hocam, siz uzayda mı yaşıyorsunuz? Hangi yaşam haklarından söz ediyorsunuz? “ dese maalesef verecek cevap bulamam, diye düşünüyorum. İster istemez aklıma Ahmet Arif’in dizeleri geliyor :

“Bunlar engerekler, bunlar çıyanlardır                                                                                                                
Tanı bunları, tanı da büyü…”

       İnsanlık bu kadar mı aciz kaldı, o çaresiz, o zavallı insanlar için hiçbir şey yapılamaz mı, niçin onları kaderlerine terk ediyoruz? gibi sorular hep aklıma takılıyor ve yüreğim burkuluyor. Dünya barışı için büyük umutlar beslenen Birleşmiş milletler nerede? Her gün tüm dünyanın gözü önünde insanlık suçu işleyen İsrail’e niçin hiçbir yaptırım uygulanmıyor?

           Az önce alışveriş için halk pazarına gitmiştim. Pazarın girişinde gözleri kör bir genç , elindeki saz eşliğinde “ Ağlama yar , ağlama anam , Mavi yazma bağlama “ ağıtını çok acıklı bir sesle söylüyordu. Yanında bir süre durup onu dinledim. Bu ağıt, bende Gazze’de çocukları katledilen analar için söyleniyor , duygusu uyandırdı , o anaları ve babaları düşündüm ve gözyaşlarıma hakim olamadım. Ben de bir babaydım ve kendimi onların yerine koyup ağladım. Böyle duyarsız,  insanlık duygularından yoksun yaratıklarla  aynı dünyada yaşadığımdan dolayı utanç duydum.

      Bazılarının , birtakım gerekçeler öne sürerek yapılanları haklı göstermeye çalışmalarını da doğrusu çok yadırgıyorum. Efendim neymiş , zaten orada yaşayan Müslüman toplumlar her zaman birbirleriyle ihtilaf halindeymişler , bir araya gelemiyorlarmış, yine bu Araplar ve Filistinliler , Osmanlı İmparatorluğu dönemlerinde İngiliz ve Fransızlarla bir olup bizi arkadan hançerlemişler…. Tarihteki olayları, yaşandıkları dönemin şartları doğrultusunda değerlendirmek gerekir. Bunları bugün ortaya çıkarıp , “ Oh olsun , onlar da layıklarını buldular . “ diyerek İsrail’in katliamlarını mazur göstermeye çalışmak bence çok yanlıştır ve insanlık adına utanılacak bir davranıştır. Hiçbir bahane , bu insanlık dışı davranışları haklı gösteremez.

       Bizim bildiğimiz ve bugüne dek gördüğümüz savaşlar , hep ordular arasında olur.Savaşların da etik kuralları vardır. Ulusların orduları , askerler , silahlar aracılığıyla çatışır ve sonuca varılır. Biz , Filistin’de bunun tam tersini görmekteyiz. Bir ulusun askerleri , en modern silahlarla hedeflerindeki ulusun ordusuna değil , masum insanlarına, kadınlarına , çocuklarına , hatta okullarına , hastanelerine,  ibadethanelerine  saldırmakta ve ölümlere neden olmaktadır. Bu nasıl bir vicdandır , Bu nasıl bir devlet anlayışıdır ?  Yüce dinimiz İslamiyet , savaşta kadınların, çocukların, yaşlıların , sakatların ve din adamlarının öldürülmesini yasaklamıştır. Peygamber efendimiz de savaşlarda sivil halkın öldürülmemesi ,  canlarının ve mallarının koruma altına alınmasına azami derecede dikkat göstermiştir. Atalarımız da , savaş sırasında karşısındakinin gücünü kabul edip  teslim olan kişiye dokunulmamasını “ Aman diyene kılıç kalkmaz.” sözüyle ifade etmişlerdir.

        İkinci dünya savaşı yıllarında Hitler tarafından büyük bir soykırıma uğratılan Yahudi milleti şu sıralarda Filistinlileri soykırıma tabi tutmakta. O zamanlar Hitler yanlılarının “ Yahudilere ölüm ! “ sloganlarıyla yaptıkları katliamla , bugün İsrail’in “ Araplara , Filistinlilere ölüm !” sloganıyla yaptıkları soykırım birbiriyle örtüşmekte. Her ikisinde de amaç aynı. Masum insanlara bu dünyada yaşam hakkı tanımamak. Nefret söylemi ve kendini diğer ırklardan üstün görme paranoyası. Hitler’in yaptıklarını nasıl lanetliyorsak, o zamanın mağdurları olan Yahudilerin bugün zavallı masum insanlara yaptıklarını da nefretle kınıyoruz ve tüm ulusları , tüm insanları da bu insanlık dışı teröre karşı tavır almaya çağırıyoruz.

       Bizim inancımıza göre, yapılan hiçbir kötülük karşılıksız kalmaz. Ziya Paşa , bunu şu dizelerinde çok güzel ifade etmiştir :

       “ Zâlim  bir  zulme  giriftâr  olur  âhir
          Elbette olur  ev yıkanın hânesi virân. “    ( başkalarına zulmedenler, sonunda kendileri de zulme uğrarlar ; Ev yıkanın evini yıkarlar. ) 

Şu mübarek günlerde Cenab-ı Allah’a , şu masum insanlara yapılan zulmün ve katliamın cezasını en şiddetli biçimde vermesi için yalvarıyor ve can verenlere de rahmet diliyoruz.






      

14.7.14

Ölüme çıkarılan davetiye


ÖLÜME ÇIKARILAN DAVETİYE


Hayatım boyunca hiçbir zaman sigara bağımlısı olmadım. Bir dönem günde 8-10 adet kadar sigara tükettiğim olmuştur. Ancak, o dönemde de bir eğitimci olarak sigara içmeyi kendime yakıştıramıyordum. Okulun bahçesinde sigara içerken bir öğrenci yanıma yaklaşsa hemen elimdeki sigarayı avucumda saklıyor, onun karşısında sigara içmekten adeta utanıyordum. O dönemlerde kapalı mekanlarda da sigara içiliyordu. Bir kız öğrencimin sitemi hâlâ kulaklarımdadır. “Hocam, bir soru sormak için öğretmenler odasına giriyorum, sigara dumanından göz gözü görmüyor, dumanlar arasında sizi zor görüyorum.” Bilinçli bir öğrencinin bu sitemi üzerine söyleyecek bir söz bulamadım ve ona hak verdim.


     Sigara içtiğim dönemde de hep onu bir an önce bırakmayı düşünmüşümdür. Çünkü, ne kadar az tüketsem de onun sağlığıma zarar verdiğini hissediyordum. Uzun yıllar mide rahatsızlığı çekmiş ve bu yüzden sürekli tedavi olmuş biri olarak, sigaranın beni çok olumsuz etkilediğini somut bir şekilde görüyor ve huzursuz oluyordum. Zihinsel olarak bu meretten kurtulmaya kendimi hazırlamış olmama karşın nedense hep erteliyordum. O zamanlar Kadıköy Moda’da oturuyorduk. Kızım Esra, her zaman çok bilinçli, olgun bir genç olarak kötü alışkanlıklara karşıydı. Özellikle sigara onun hiç tahammül edemediği bir şeydi. Birçok kez bana sigarayı terk etmemi, onun sağlığımı olumsuz etkilediğini söylemişti. Esra liseye, Burak da Doğuş ilköğretim okuluna gidiyordu. Bir akşam, yemeğimizi hep birlikte yedikten sonra canım sigara içmek istedi. Sigara paketini bıraktığım yerde bulamayınca o sırada yakınımda olan Esra’ya paketi görüp görmediğini sordum. Görmediğini ve yerini de bilmediğini söyledi, yalnız bana cevap verirken yüzünde, yalan söylediğini çağrıştıran bir ifadeyi fark ettim. Paketi onun sakladığını anlayıp , “ Tamam kızım, vermek istediğin mesajı aldım; inşallah ilk fırsatta sigarayı bırakacağım, fakat şu anda canım bir sigara içmek istiyor. Lütfen sigaramı verir misin?” dedim. Kızım ısrarla sigaranın yerini bilmediğini ve veremeyeceğini söyleyince ben de sinirlenip öfkeyle dışarıya çıktım. Yakındaki bir bakkaldan bir paket sigara alıp bir tane yaktım. Sigarayı içip eve döndüm. Kapı zilini çaldım, karşımda ağzında bir sigara ile bana bakan kızımı görünce şaşırdım.” Bu da ne demek oluyor? “dediğimde aldığım cevap beni derinden etkiledi. Kızım, “Baba, bu sigara o kadar güzel bir şeyse bundan sonra ben de sigara içmeye karar verdim.” Henüz lise çağındaki kızımın bu güzel ve bilinçli davranışı üzerine ben de sigarayı bıraktım. O günden bugüne benim yaşamımda sigaranın hiç yeri yok. Daha doğrusu kızımın bu örnek davranışı, benim sağlığımı korumama yardımcı oldu.


     Rahmetli babam da uzun yıllar sigara bağımlısı olarak yaşadı. Günde iki pakete yakın sigara içerdi.  O zamanlar filtreli sigara da yoktu. Filtresiz Bafra ve Yenice sigaralarını içmekten parmakları ve bıyıkları sapsarı olmuştu. Terzi dükkanında ben de ona yardım ederken yoğun sigara dumanından rahatsız oluyor, adeta nefes almakta güçlük çekiyordum. Fakat, nasıl olduysa birden karar verip, iradesi sayesinde sigarayı terk etti.


   Bu yazımı yazmaktaki amacım, sigaranın zararları hakkında bilgi vermek, bu alışkanlığın hem kendi sağlığımıza, hem ekonomik yönden bütçemize ve  hem de çevremize ne gibi olumsuzlukları olduğunu anlatmak değil. Artık iletişim çağındayız. İnternette Google amcamız bizi her konuda bilgilendiriyor sağolsun. Ben, ülkemin insanlarını, gençlerimizi, çocuklarımızı ne kadar büyük bir tehlikenin beklediğini bir nebze olsun gözler önüne sermek istedim. Bu konuda fazla ayrıntıya da girmek istemiyorum.
  
 Yapılan istatistikler, gelişmiş ülkelerde sigara tüketiminin azaldığını, gelişmemiş ülkelerde ise arttığını ortaya koymakta. Ülkemizde son on yıl içinde sigara tüketimi % 52  oranında artmış. Bu oran bizi dünyada Pakistan’dan sonra 2. Sıraya yükseltmiş. Bu süratle devam edersek çok uzun sürmez Dünya birinciliğini elde ederiz. Bu başarımızla (!) ne kadar dövünsek azdır, diye düşünüyorum. Uygar uluslar, sigara tüketimini minimuma indirirken, biz bu konuda ne kadar ilkel ve geri kalmış bir toplum olduğumuzu ortaya koyuyoruz.

            Kızımız akademik kariyerini yurt dışında yaptığı  için bugüne dek birçok kez Şikago’ya  gittik. Ben genellikle gittiğim yerlerdeki insanları, onların davranışlarını, toplumsal ilişkileri gözler ve kendi ülkemin insanlarıyla karşılaştırırım. Amerika’da insanların sigara tüketimini en alt düzeye indirdiğini söyleyebilirim. Zaten kapalı yerlerde sigara içilmemesi kuralına harfiyen uyuyorlar. Evlerde de sigara içilmesi mümkün değil. Tavandaki sensör, sigara içildiğinde hemen devreye giriyor ve alarm çalıyor. Tabii çevredeki yangın telaşı, itfaiye ve polisin gelmesi ile ortalık bir anda karışıyor. Kızımın evinin karşısındaki Starbucks kafeye gidip kahvemizi yudumluyorduk. Oradaki yaşlı bir Türk’ten başka hiç kimse dışarı çıkıp sigara içmiyor, herkes kahvelerini yudumlayıp sohbet ediyor veya bilgisayarıyla meşgul oluyordu. Bazen ara sokaklarda zencilerin sigara içtiklerini görüyordum.

           Gelişmiş ülkelerin aksine benim ülkemde eğitim düzeyi yükseldikçe sigara içme oranı da yükselmekte. Görev yaptığım lise ve üniversitelerde kız ve erkek öğrencilerin çoğunun sigara bağımlısı olduğunu görüyordum. Bindiği son model lüks otomobilinin küllüğünü çıkarıp yola savuran eğitimli (!) öğrencilerimizle ne kadar gurur duysak azdır. Bir kız öğrencimi okula annesi son model cipiyle  getirirken okulun önüne kadar ikisinin ağzında da birer sigara yanıyordu. Gençler, bulundukları ortamda sigara ve alkol kullanımı konusunda birbirlerinden çok etkileniyorlar ve bu ortam onlarda alışkanlık haline dönüşüyor.

         Ben bir yandan eğitimci olmanın verdiği dürtü ve biraz da yaşlanmanın verdiği cesaretle son zamanlarda yolda sigara içen gençlere, öğrencilere müdahale etmeye, onları uyarmaya başladım. Sırtında forma, kolunda çanta ile okulun dışında sigara içen öğrencileri gördüğümde onları, sigaraları atmaları konusunda uyarıyorum. Bugüne kadar, genellikle gençler, ses tonum ve ciddiyetimden benim hoca olduğumu anlayıp sigaralarını söndürüyorlardı. Halbuki  bana  “Sen kim oluyorsun ve bize ne karışıyorsun?” deyip sigara içmeye devam etseler, yapılacak hiçbir şey kalmaz. Bu konuda geçtiğimiz günlerde başımdan geçen bir olayı sizlerle paylaşmak isterim. Oğlumun Kadıköy Moda’da oturduğu evden çıkıp çarşıya doğru yürüyordum. Caferağa Spor Salonunun önünden geçerken, yolun kenarında biri kız biri erkek iki genç sigara içiyorlardı. Kravatlı, formalı iki gencin öğrenci olduklarını anlayıp yanlarına yaklaştım ve “ Atın bakayım o sigaraları!” dedim. Erkek olan genç hayretle yüzüme bakıp , “Pardon, niçin atacakmışız?” diye cevap verince, ben “ Bir de öğrencisiniz. Uluorta  sigara içmek size hiç yakışıyor mu?” deyince gülerek ne cevap verse beğenirsiniz: “ Hocam, biz öğrenci değiliz. Tiyatrocuyuz. Burada ATV’nin okul dizisinde öğrenci rolü oynuyoruz.” Çok şaşırdığımı ve  bozulduğumu belli etmemeye çalışarak onlara : “ Olsun, çok gençsiniz. Yine de siz sigara içmeyin; ciğerlerinize yazık.” diyerek yanlarından ayrıldım. Demek ki neymiş, her sakallıyı deden sanmayacakmışsın.
        

 Maalesef ülkemizde yasak olmasına rağmen kapalı mekanlarda da sıklıkla sigara tüketiliyor. Türk insanı çok cesur olduğunu bu konuda da kanıtlıyor. Çevresindekilere aldırmadan sigaralarını tüttürüyor. Son günlerde sıklıkla gördüğüm bir şey de taksi ve minibüs şoförlerinin, toplu ulaşım araçlarında sigara içmek yasak olmasına rağmen, yaşlı,kadın, çocuk, hasta hiç umurunda olmadan sigara içmeleri. Birkaç kez uyarmaya çalıştım. “ Sen benim günde kaç saat çalıştığımı biliyor musun? Beğenmediysen hemen atla dışarı veya kendi arabanla git.” şeklinde küstahça cevaplar aldım. Beni en çok üzen ve endişelendiren de, minibüsteki yolcuların hiç ses çıkarmayıp beni yalnız bırakmaları. Nedense koyun gibi bir toplum olduk, meydanı magandalara, kaba ve küstah yaratıklara bırakıyoruz.
 Eskiden bizim toplumumuzda erkekler daha çok sigara içer, kadınlar ve genç kızlar pek içmezdi. Hele bayanların sokakta sigara içmeleri hiç görmediğimiz veya çok nadir rastladığımız hallerdi. Bunu kadın erkek eşitliği olarak değerlendirip “ Aman canım, ne olacak işte, erkek egemen toplum anlayışı. Erkek içerse normal, kadın içerse tuhaf. Olur mu böyle ?” diye düşünmeyin lütfen. Nedense bizim kültürümüzde alkol ve sigara tüketimi erkeğe yakıştırılır. Erkek rakı içip sarhoş olursa bu ona yakışır, ama kadının sarhoş halini düşünmek dahi korkunç. Benim tanıdığım özellikle kırsal kesimden ve eğitimsiz  bazı babalar var. Bunların  içki masasında minicik erkek çocuklarının eline rakı kadehi tutuşturup, bir de sigara verip fotoğraflarını çektiğine ve “ Maşallah benim arslanım koca adam olmuş!” diyerek gururla seyrettiklerine kaç kez şahit olmuşumdur. Ama son zamanlarda bu kültürümüzün giderek değiştiğini, artık bayanların da sokakta, kapalı mekanlarda gayet rahat sigara içtiklerini görüyoruz. Eeeee ne diyelim, kadın erkek eşitliği bu olsa gerek. Ben, hele hamile bayanların fosur fosur sigara içmelerine hiç tahammül edemiyorum. Bu nasıl bir annelik anlayışı? Bir insan, karnındaki yavruya bu vahşeti nasıl layık görebilir? Onun sağlığını nasıl böyle riske atabilir? Çocuk doğduktan sonra da hem anne ve hem de babanın sigaralarının esiri haline gelir. Bu insanoğlu bazen en korkunç yaratık haline dönüşebiliyor. Ne hakkınız var onları, çevrenizi zehirlemeye?


      İlk çağlardan günümüze insanoğlunu esir alan, ölümcül hastalıklara neden olan, bağımlı olduktan sonra kolay kolay terk edilemeyen sigara ile ilgili yazılıp söylenecek o kadar söz var ki.. Bu konuda anne ve babalara , biz eğitimcilere, medyaya, sağlıkçılara, tüm kurumlara büyük görevler düşüyor. Sabırla, inatla, umudumuzu yitirmeden çağımızın en korkunç iptilası olan sigara bağımlılığıyla mücadele edebilmeyi diliyorum. Yüce Allah’ın “ Eşref-i Mahlukat” olarak yarattığı insanoğlunun, aklını, mantığını ve iradesini kullanarak her türlü zararlı alışkanlıktan kurtulabileceğine inanıyorum.



30.6.14

Bu nasıl yardım anlayışı?


         BU NASIL YARDIM ANLAYIŞI?…
        Bugün Ramazanın ilk günü. Gece sahura kalkıp oruca niyetlendik. Yüce dinimiz İslam, paylaşmaya ve yardımlaşmaya büyük önem vermekte, varlıklı kişilerin yoksul ve kimsesizlere yardım etmelerini öngörmekte. Özellikle Ramazan ayının  bu yardımlar için çok önemli bir fırsat olduğu herkesçe bilinmekte.

        Geçen yıl Ramazan ayında medyadaki bir haberi izlerken çok etkilenmiş, adeta insanlığımdan utanmıştım. Bir ilimizdeki önemli bir kuruluş, yoksullara  yardım amacıyla Ramazan kolileri dağıtacağını duyurmuş, insanlar bir salonda toplanmış. Basın mensupları, kameralar, tüm medya orada yardımın dağıtılmasını görüntülemeye çalışıyorlar. Yardım yapan kurumun yetkilileri, yüzlerinde büyük bir gurur ifadesiyle gülümseyerek objektiflere poz veriyorlar. Zavallı yoksul insanlarımız, kadınlarımız, kameralara görüntü vermemek, tanınmamak için yüzlerini kapatıyor, bazıları masaların altına saklanmaya çalışıyorlar. Onların yüzlerindeki utanç ve mutsuzluk, kameralara ve fotoğraflara yansıyor. Kendi kişisel egolarını tatmin etmek için bu zavallı insanları kullanmak nasıl bir duygudur?

        Son yıllarda bu görüntüleri sık sık izler olduk. Hatırıma, geçtiğimiz yıl bir belediyemizce okulların açılışı münasebetiyle öğrencilere kalem,silgi,defter, çanta gibi okul malzemeleri dağıtma töreni geldi.Bu armağan paketlerini almak üzere anneleriyle belediye önünde toplanan yüzlerce çocuk, yaşanan  izdiham ve kargaşa nedeniyle perişan oluyor… Ağlayanlar, ezilip sakat kalma tehlikesi yaşayanlar, itişip kakışanlar… Bu kâbusu yaşayan insanlarımız, anneler, çocuklar, yaşamlarının ileriki dönemlerinde bir kalem, bir silgi için yaşadıkları travmayı, döktükleri gözyaşlarını mutlaka hatırlayacak ve belki de hiç unutmayacaklar.

        Ben, “ yoksullara yardım “ gibi çok hassas ve dikkatli olunması gereken bir konunun, böyle  insan onurunu incitici bir şekilde gerçekleştirilmesini ülkemize ve insanımıza yakıştıramıyorum. O görüntüleri izlerken ben de çok etkilenip acı çektim ve kendime şu soruları  sordum? Acaba bu yardımlar , yoksullara yardım gösterisine dönüştürülmeden, insanlar rencide edilmeden, onurları zedelenmeden yapılamaz mı? Bu yardım malzemeleri, dünya aleme, medya kuruluşlarına duyurulmadan, gizlilik içinde ihtiyaç sahiplerine ulaştırılamaz mı? Sosyal devlet anlayışı bu değil midir?

      Geçmişten günümüze bizim kültürümüzde yoksullara yardımın çok önemli bir yeri olduğu yadsınamaz. Yüce dinimiz İslamiyet’in, yardım ve dayanışmaya verdiği önem de herkesçe bilinmekte. “ Komşusu açken tok yatan bizden değildir.” diyen yüce peygamberimiz, bir başka hadisinde  “Sağ elin verdiğinden, sol elin haberi olmayacak.”  sözleriyle  yardımlarımızın gizli olması konusunda bizi uyarmakta. Ama günümüzde böyle mi? Bir elin verdiğini diğer elin görmesi bir yana, tüm dünya görüp duyuyor.

    Atalarımız, ihtiyacı olanlara, yoksullara gizlice yardım yapılması amacıyla “ Sadaka Taşı” nı icat etmişler. Eski İstanbul’da birçok semtte bu sadaka taşlarından vardı. İki metre kadar uzunluğu olan bu taşların üst kısımlarında çanağı andıran bir oyuk açılır, sadaka verenler parayı buraya bırakırlardı. Taş oldukça yüksekte olduğu için oraya uzanan kişinin para aldığı veya oraya para bıraktığı anlaşılmazdı. İhtiyacı olan kişiler, genellikle gece geç saatlerde  taşın yanına gelir, oradan ihtiyacı kadar parayı alır, gerisine dokunmazdı.

               Halk kültürümüzde önemli yeri olan efsanelerde de ak sakallı bir evliya, genellikle geceleri kimseye görünmeden , yoksul kişilerin kapısının önüne yardım torbasını bırakır. Sabahleyin kapısının önünde bu yardım torbasını gören bu kişi de  mutlu olur.

             Herkes görsün, işitsin, kendisini övsün diye yardım yapmak çok yanlış bir davranıştır, gerçek Müslümanlıkla bağdaşmaz. İnsanın kendisini göstermesi, egosunu tatmin etmesi değil, toplumun bir yarasına merhem olmak amaç olmalıdır. Asıl utanması gerekenler, maddi bakımdan yoksul olanlar değildir. Gerçek yoksulluk, merhametten, şefkatten, insani duygulardan yoksun olmaktır.

             Son dönemlerde insanların giderek bencilleştiğini, maddi değerleri her şeyin üstünde görüp, manevi değerlerden uzaklaştığını görmekteyiz . Halbuki toplumdaki tüm fertlerin en önemli görevlerinden biri, yoksul ve çaresizleri bulup, onların dertlerine çare olmaya çalışmak, acılarını dindirmek olmalıdır. Her toplumda varlıklı ve yoksul insanlar mutlaka bulunacaktır. Önemli olan, toplumdaki sosyal ve ekonomik farklılıkları çağdaş bir anlayışla gidermeye çalışmaktır.
 
 


Aziz Birinci     

18.3.14

Gaza geldik!

GAZA  GELDİK…..

         17 Aralık’tan bu yana ülkemizde önemli çalkantılar yaşanmakta. Hükümet yetkilileri ve aile bireyleriyle bazı işadamlarının dahil oldukları yolsuzluk ve rüşvet iddialarını tüm halkımızla birlikte izlemekteyiz. Gün geçmiyor ki ortaya birtakım tapeler, ses ve görüntü kayıtları çıkmasın. Seçimlere kısa bir süre kala bu iddialar yazılı ve görsel medyada , seçim meydanlarında geniş halk kitlelerine aktarılmakta.  Bu söylemlerden etkilenen toplum bireyleri de  ülkemizin birçok bölgesinde protesto gösterileri yaparak gerçeklerin bir an önce ortaya çıkarılmasını ve sorumluların cezalandırılmasını istemekte.


        Bundan birkaç gün önce evde eşimle akşam yemeğimizi yediğimiz sırada telefonumuz çaldı. Oğlumuz Burak Kadıköy’den arıyordu. Akşam işten dönüşünde eve girip dairenin kapısına geldiğinde demir kapının ve iç kapının kilitlerinin kırılıp içeriye girildiğini fark etmiş. İçeride odalardaki eşyalar hallaç pamuğu gibi ortalığa saçılmış. Oğlumun sesinde çok endişeli bir ton vardı. Kendisine, hemen yanına gideceğimizi söyledik ama Burak buna şiddetle karşı çıktı.” Kadıköy’de olaylar var. Polisle göstericiler çatışıyor. Burası çok karışık ve tehlikeli, sakın gelmeyin!” dedi. Ancak, baba yüreği, oğlumun durumunu görmek ve ona yardım  etmek için  Hatice’nin de karşı çıkmasına rağmen evden çıkıp dolmuşla Kadıköy’e gittim. Zaten araçların Söğütlüçeşme’den ileri gitmesine polis izin vermiyordu. Dolmuştan inip Altıyol’a doğru yürüdüm. Boğa heykelinin olduğu bölgede pek çok polis vardı. Buradaki göstericileri az önce biber gazı ve tazyikli su ile ara sokaklara doğru püskürtmüşler. Ortalık çok yoğun bir biber gazı kokusuyla kaplıydı. Bahariye tarafına yöneldim, fakat orada devrilen ve yakılan çöp arabaları nedeniyle ortalık yangın yerine dönmüştü. Oradan oğlumun yanına ulaşamayacağımı anlayıp geri döndüm. Altıyoldaki tüm polisler gaz maskesi takmışlardı. Aralarındaki sivil giyimli bir kişinin amirleri olduğunu tahmin edip yanına yaklaştım. Kendisine, oğlumun Caferağa spor salonunun karşısındaki evine hırsız girdiğini, bu nedenle onun yanına gitmek istediğimi söyledim. Bu isteğimi anlayışla karşıladı ve bana biraz riskli olmakla beraber gideceğim yolu tarif etti. Ben o yöne doğru giderken sokağın berisinde bir polis grubunun önünden geçip ara bir sokağa daldım. Fakat o anda arkamdaki polisler birden biber gazlarıyla hücuma geçtiler. Meğerse gittiğim yönde kalabalık bir protestocu grup varmış. Onların üzerine saldırdılar. Tabii ben arada kalıp ne yapacağımı, nereye kaçacağımı şaşırmıştım. Dumandan göz gözü görmüyordu. Nefesim daralmış, gözlerim kan çanağına dönmüştü. Neyseki polisler o grubu geriye püskürtüp tekrar eski yerlerine döndüler. Ben de dizlerimin üzerine çökmüş bekliyordum. Gruptaki bazı gençler yanıma gelip halimi sordular. Biri elindeki Talcit antiasit sıvısını rahatlatmak amacıyla gözlerime sıktı. Koluma girip beni biraz ileriye götürdüler. Gözlerim biraz rahatlayınca hemen Şifa hastanesinin önünden Burak’ın evine yürüdüm. Yukarı çıkıp kapıyı çaldım. Burak beni görünce çok kötü oldu.”Baba bu kargaşada niçin geldin? diye      sitem etti. Bir limonu kesip gözlerime sıktı. Bir süre sonra gözlerimin yanması biraz hafifledi. Dışarıda çatışmalar yer yer devam ediyordu. Bir ara polisten kaçanlar bizim apartmana dalıp kapıları çalarak sığınmak istediler fakat hiç kimse onlara kapı açmadı. Herkeste korku ve panik vardı.  Birkaç saat sonra ortalık yatışınca ben çevreyi gözleyerek evden çıktım ve eve döndüm. Hatice  de beni çok merak etmişti.


Bu olayları tetikleyen, Berkin Elvan adlı 15 yaşındaki bir çocuğun ölümüydü.  Gezi Parkı eylemlerinde polisin attığı gaz fişeği başına isabet eden Berkin, 269 gün komada kaldıktan sonra hastanede yaşamını yitirmişti. Berkin’in ölümü tüm Türkiye’de ve dünyanın çeşitli ülkelerinde büyük yankı uyandırmış, geniş çaplı protesto gösterileri düzenlenmişti. Bu acı olayın ardından yine İstanbul’da bir protesto eylemi sırasında, askerden yeni dönen Burak Can Karamanoğlu adındaki 22 yaşındaki genç de kim tarafından ateşlendiği belirlenemeyen bir silahla vurularak öldürüldü. Her iki aile de çok büyük acılar yaşadı. Hepimizin içi yandı. Allah hiç kimseye evlat acısı göstermesin.


      Ülkemde bu olaylar yaşanırken, insanlar sokaklarda demokratik protesto haklarını kullanırken bazı siyasetçilerin, bu olaylardan kendilerine oy devşirme, çıkar sağlama çabaları da ülkesini seven ve onun geleceğiyle ilgili endişeler yaşayan birçok vatandaşımız gibi beni de çok üzmekte. 15 yaşında, hayatının baharında yaşamını yitirip ailesini tarifsiz acılar içinde bırakan Berkin’in, evden ekmek almak üzere çıkmadığı, başında poşu ile protesto eylemlerine katıldığı için öldürüldüğünü  söyleyerek eylemcilere polisin uyguladığı aşırı şiddeti haklı göstermeye çalışan bir mantığı aklım almıyor. Varsayalım ki o çocuk evden ekmek almak için değil, eylem yapmak için göstericilerin arasına katılmış olsun. Ben, bu çocuğu terörist olarak nitelendirip kınamak ve cezalandırmak yerine, bu kadar küçük yaşlarda ülke sorunlarına ve haksızlıklara karşı bilinçli ve duyarlı olduğundan dolayı kutlamak gerektiğini düşünüyorum. Özellikle ilk gençlik çağı çocukların, duygularını kontrol etmekte zorlandıkları, çevresindekilerin de etkisiyle kendilerinden beklenmeyecek aşırı fevri davranışlara yönelebilecekleri bir dönemdir. Belki bu yüzden bu dönem “Delikanlılık dönemi” olarak da adlandırılır. Aklıma üniversitede öğrenciyken yaşadığım bir olay geldi. 1970’li yıllardı. Kıbrıs’ta yaşanan olaylar, oradaki vatandaşlarımıza uygulanan şiddet nedeniyle çok kritik bir dönemi yaşıyorduk. Bu olayları protesto etmek ve tüm dünyaya birlikteliğimizi, kararlı tutumumuzu haykırmak amacıyla Taksim meydanında düzenlenen bir mitinge arkadaşlarımla katılmıştım. Yapılan konuşmalar, okunan şiirlerden sonra ellerimizde Türk bayraklarıyla Taksim’den Gümüşsuyu’na doğru sloganlar atarak ilerliyorduk. O sırada ben, sağımızdaki Alman konsolosluk binasının bahçe korkuluklarına aniden tırmanmaya başladım. Biraz yukarıya çıkınca elimdeki Türk bayrağının sopasıyla korkuluklardaki bir avizenin çamını kırıp bayrağı oraya astım. Görevini layıkıyla başarmış olmanın gururuyla korkuluklardan aşağıya inip tekrar yürüyüşe devam ettim. O anda konsolosluğun güvenlik görevlileri beni engellemek için bana şiddet uygulayabilirler, hatta orası kendi ülkelerinin toprağı sayıldığı için beni vurup öldürebilirlerdi. Gençlik  heyecanı ve toplum psikolojisi tüm bu tehlikeleri görmemi engellemişti.


        Ülkeyi yönetenler,  yurttaşların demokratik haklarını kullanmalarına engel olmamalı, kendilerinden farklı düşünenlere de saygı duymalıdır.Kibirlenmek, kendini başkalarından üstün görüp başkalarını aşağılamak şeytanlık ve kâfirlik alametidir.Gerçek Müslüman, tevazu sahibidir, alçak gönüllüdür. İnsanları bizimkiler, bizden olmayanlar diye ayıran siyaset adamlarının bulunduğu ülkelerin  geleceği karanlık olur. Tanzimat sanatçımız Ahmet Mithat Efendi’nin şu sözü ne kadar doğru: “Siyasetçiden aydın olmaz; çünkü onların hepsi bir fikre angaje.”  Siyasetçilerimiz, yöneticilerimiz sadece kendi çocuklarını değil, hiçbir ayrım gözetmeden tüm çocukları sevmeli ve onların yaşam haklarına saygı göstermelidir. Şunu herkes iyi bellemelidir ki insanı sevmek, parayı sevmekten daha güzel ve kutsaldır. Bazılarına kol kanat gerip sınırsız haklar tanımak, bazılarına hiçbir hak tanımamak ve onları ötekileştirmek uygar ve demokratik bir ülkeye yakışmaz.



  Evet, Aziz Hoca gerçekten gaza geldi. Bu duygu ve düşüncelerimi sizlerle paylaşmak beni biraz olsun rahatlattı. Bu vesile ile herkese gazsız, bol güneşli ve huzurlu günler diliyorum.